(Arşiv'den, 24.02.2003 )
Osmanlı Sultanlarının beşyüz yılda donatıp “bir dünya şehri”olarak insanlığa hediye ettikleri bu kentin, elbette yeni eserlere de ihtiyacı vardır... Hayat sürüp gittiği surette de olacaktır...
Şehrin Türkler tarafından fethedilişinin 550 yıldönümünün kutlanacağı şu günlerde yapılacak veya yapımına başlanacak yeni eserler, ayrıca beş asır önce gerçekleşen fethin gerekçeleri olmaya devam edeceklerdir... Tapu senedine eklenecek yeni yeni bölümlerdir... Osmanlı’lar İstanbul’u Mimar Sinan’dan Mimar Kemaleddin’e kadar beş asır imar ettiler. Şehri sayısız binalarla süslediler. Klasik Osmanlı Mimarisi başta camiler olmak üzere hanlar, hamamlar, çarşılar, saraylar konaklar, çeşmeler ve evlerle başladı... Zaman içinde gelişti... Her devirde ve her padişah döneminde serpildi, çeşitlendi... Klasik devri neo klasik devir izledi...
İstanbul Onsekizinci yüzyılın sonunda Avrupa mimarisi ile tanıştı... Bu dönemde emsalsiz eserler verdi. Osmanlı’nın içinde yaşayan çeşitli Doğu Akdeniz halklarının Avrupa’da mimarlık okuyan çocukları, Doğu-Batı sentezi yarattılar... Mongeri Karaköy Palas’ı yaptı...Valaury eski “tıbbiye-i Şahane” şimdi Marmara Üniversitesi olan yapıyı meydana getirdi... İstanbul Apartman yaşamına geçtiğinde Valaury Büyük Adadaki yetimhane projesinde tahta apartımanın en çekici örneğini verdi...Art Nouveau “Yeni San’at” akımında İtalyan Reimondo d’Aramco Beşiktaş’ta Şeyh Zafir tekke ve türbesi ile bu alanda inanılmaz bir ilki ortaya çıkardı.
Bu devir Dolmabahçe Sarayının unutulmaz mimarı Balyan ve ailesiyle sona yaklaştı, Mimar Kemaleddinle tarihe gömülerek kapandı gitti... Dünya çapında bir mimarlık müzesi olan İstanbul, Avrupa Türkiyesi’nin çözüldüğü yıllara kadar önemli bir dış etken yaşamamıştı. Türk-Rus ve Balkan savaşlarına gelen zamandan önce bu şehri hep Sultanlar, Paşa’lar ve içinde oturanlar imar etti... Ustalar şehrin içinden, kaba işçilik Anadolu’dan, inşaat malzemesi çevre illerden geldi... Dolayısıyla güçlü ve kişilikli bir “İstanbul yapı” san’atı doğdu. Depremler taş binaları yıktığından, ahşap evlerle bir “ tektonik konut biçimi” gelişti... O zaman da yangınlar dönemi yaşandı...
1904 Cibali ve 1906 Çırçır yangınlarıyle Şehrin üçte ikisi mahvoldu.Cumhuriyet döneminde İstanbul mimarisi “yerel” olmaktan çıktı... İkinci Dünya savaşının “Kübiği” yeni kurulan Ankara’dan uzanarak İstanbul’a ulaştı... Daha sonra bu şehre musallat olan melez “Karadenizli müteahhitler geleneği ” İstanbul’da Roma’dan beri görülmemiş derecede iğrenç binalar yükseltti... Asaletten yana hiçbir iz taşımayan bu binalarda yaşam, insanî olmaktan çıkıp mağara dönemine geri döndü. Eski yıkık ahşap evlerin çoğunda rastlanan seviyeli yaşam örnekleri, bu evlerin hiç birinde yer tutmadı... İnsanlar kendi evlerinde hırsız gibi kaldılar.
İstanbul’un İstanbul’lu olmayan belediye başkanı Ali Müfit Gurtuna İstanbul’a yapılacak 500 eserden bahsediyor... İstanbul aslında yıkıktır... Kimse farkında değil. Gece evlerde, lambaların yandığı akşam saatlerinde, şehrin orta mahallelerinde dolaşanlar farkedeceklerdir... Yüzlerce ev boştur... Binlerce apartman dairesinden tek bir ışık sızmaz... Bu evlerin pencereleri ya kağıtlarla örtülü veya kırıktır... Şehirde bloklar, sokaklar, mahalleler, semtler boştur... Yalnız Beyoğlu’nda altmış tane boş bina olduğunu bizzat Belediye Başkanından işittim... İnanılmaz bir görüntüdür bu... İstiklal caddesinin en büyük yapısı olan “Cercle d’Orient : Doğu klübü” binası, otuz yıldan beri boş duruyor... Emekli sandığı diyorlar, yalan binanın sahibi belli değildir. Kırım harbi sırasında Briç oyununun Türk-İngiliz subaylar arasında bu binada icat olunduğunu Rahmetli Reşat Ekrem Koçu'dan işitmiştim.
İstanbul’un orta yeri Pompei harabeleri gibi yıkıktır... Vaktiyle bu bu binaları yaparak buralarda oturanlar çoktan bu şehri terkettikleri için artık bu evlerde kimse oturmuyor... Bir mafya’nın bu işlerle uğraştığını söylüyorlar. Güya uyduruk bir noter zaptı ile Yunanistan’da hayalî bir adrese mektup yazıp mal sahibi aranıyormuş, sonra da cevap gelmedi diye yine bir noter tesbiti ile tapulama işlemi gerçekleşiyor ve mafya evlere el koyup satıyormuş... Bir değil birkaç mafyanın, hatta mafyalar konfederasyonu’nun dahi üstesinden gelebileceği bir iç değildir bu... Bu bir mimarlık veya mülkiyet olayı değil, sosyal bir faciadır. İstanbul elden çıkmıştır. Nasıl geri gelir ? bilinmez...
Benim tahminime göre bu şehirde Beyoğlu, Tepebaşı, Tarlabaşı, Tunel, Galata, Şişli, Harbiye, Nışantaşı, Feriköy, Kasımpaşa, Eminönü, Sultanahmet, Kumkapı, Fatih, Samatya, Edirnekapı, Galata, boğaz, Üsküdar, Kadıköy’de toplam 60 bin bina boş ve yıkılmak üzeredir... Sayın Gürtuna’ya Taksime çıkarken bir gün Tarlabaşı caddesinin yan sokaklarına girmesini öneririm... O sokaklar Varşova gettosu gibidir...
Ben bazen resim çekmek için giriyorum ve derhal etrafımı saran küçük çocuklarla arkadaş oluyorum... Sonra evlerdeki yaşlı ninelerle konuşuyorum.. Aksi halde yukarda Beyoğlu gündüz renkli, geceleri ışıltılı vitrinleriyle neş’e içinde çağıldarken ben orada talihsiz bir cenaze olur kendime mezar bile bulamam... Sayın Gürtuna, reisliğe devam... Altından şehri çaldılar haberin yok... Sen yıkılmış bir şehrin başkanısın... Ne kadar da güzelsin... Yıkık şehrin güzeli... Arkadaşların da var mı ? Selam söyle. [Üsküdar 24.02.2003 ]