/* Style Definitions */ table.MsoNormalTable {mso-style-name:"Normal Tablo"; mso-tstyle-rowband-size:0; mso-tstyle-colband-size:0; mso-style-noshow:yes; mso-style-parent:""; mso-padding-alt:0cm 5.4pt 0cm 5.4pt; mso-para-margin:0cm; mso-para-margin-bottom:.0001pt; mso-pagination:widow-orphan; font-size:10.0pt; font-family:"Times New Roman"; mso-ansi-language:#0400; mso-fareast-language:#0400; mso-bidi-language:#0400;}
/* Style Definitions */ table.MsoNormalTable {mso-style-name:"Normal Tablo"; mso-tstyle-rowband-size:0; mso-tstyle-colband-size:0; mso-style-noshow:yes; mso-style-parent:""; mso-padding-alt:0cm 5.4pt 0cm 5.4pt; mso-para-margin:0cm; mso-para-margin-bottom:.0001pt; mso-pagination:widow-orphan; font-size:10.0pt; font-family:"Times New Roman"; mso-ansi-language:#0400; mso-fareast-language:#0400; mso-bidi-language:#0400;}
Konu: Müslümanlar İberya yarımadasında sekiz yüz yıl kaldılar. O sırada “Endülüs” adını alan İspanya, bir İslam toprağıydı. Ülkenin eski sahibleri savaşta Kuzey’e, Asturias dağlarına sürülmüşlerdi. Sekiz asır sonra geri gelerek “Reconquista” adı altında İspanya’yı geri aldılar.
Savaştan dönen ordu Başşehre giriyordu. Arabaların atların ağırlıkların alkışların, haykırışların arasında Hükümdarın atı tüm ihtişamı ile ilerliyor, çığrından çıkmış halk “ Ya muzaffer melik, ya galip hükümdar ” diye ortalığı çınlatıyordu. Melik bir an durakladı. Atının dizginlerini çekti, yüzünü göğe çevirdi ve “La Galibe illallah” dedi. “Allah’tan başka galip yoktur” demek istiyordu. Bu sözü o sırada inşaatı sona ermekte olan büyük Sarayın her yanına yazdılar.. Üç kelimeden ibaret olan “La Galibe İlallah” cümlesi Elhamra sarayının duvarlarını çepeçevre kuşatarak sonsuza dek sürecek bir mesaj niteliği kazanıyordu.
Az bir zaman sonra Endülüs Müslümanlarının son şehri Granada düşüp Elhamra Sarayı Aragon krallarının eline geçti. Aynı sülaleden gelen Karlos Kentos (Beşinci Charles) Arap yazısını uzmanlara okutup amacını anlayınca, şu sözü söyledi “Hayır ! Galip hükümdardır…”
Aradan dört yüz yıl daha geçti. Bir sonbahar günü kültürel etkinlikler ve bir konser için şimdi müze olarak kullanılan Granada Sarayına gelen bir Türk kültür grubunun üyeleri “La Galibe İlallah” yazısını okudular. Hikayesini öğrendiler ve kral Kentos’a heyecanla cevap verdiler: “ Hayır ! galip kral değil, Allah’tır” İspanyanın en parlak devrinin ulu hükümdarı 5. Charles, hak etiği cevabı, dört yüz yıl sonra Türklerden almıştı. Yanlışı dört çalgıcı düzeltti.
Müslümanlar İspanya’da 800 yıl kalmışlardı. Efsane kumandan Tarık bin Ziyad’ın emrinde dört gemi ve 7000 mücahitle denizi geçerek 711 yılında Avrupa’ya ayak basan Arap orduları burada karşılaştıkları Vizigot kralı Rodrigez’i, Rio Barbeta savaşında Suriye’den gelen yeni kuvvetletle yenilgiye uğrattılar. Tarık günümüze dahi kendi adı ile anılan boğazı geçtikten sonra askerlerin geri dönüş ümidini kırmak için gemileri yaktırmış ve onlara şu sözü söylemişti. “”Ey mücahitler ,arkanızda düşman gibi bir deniz, önünüzde deniz gibi bir düşman var, dönüş yoktur ki, iki seçenek vardır, ya ölüm ya da zafer“
8 veya 10 gün süren Rio Barbeta savaşında Müslümanlar gerçekten sayıları 90 bine kadar varan ve “deniz gibi olan” düşmanla savaşmış ve galip gelmişlerdi. Kuzey Afrika’nın Berberi halkından azatlı bir köle olan bu savaşın kumandanı Tarık bin Ziyad’ın zaferden sonra şöyle haykırdığı rivayet edilmiştir : ““Ey Tarık dün berberi bir köle idin, bugün Allah nasip etti muzaffer bir komutan oldun, unutma yarın Allaha döneceksin.”
İslam ordularının İberya yarımadasında son ulaştıkları nokta Kuzey Batı’da Poitier şehridir. 10 ekim 732 tarihinde burada Charles Martel komutasındaki Franklara yenilen Araplar Avrupa’da Poitier’den öteye geçemediler ancak İspanya’ya egemen olarak 21 yıl içinde ele geçirdikleri bu ülkede sekiz asır kaldılar.
Adı geçen çağda Arab siyasi gücünün merkezi Suriye, Asyalı’ların gölgesine düşerek Abbasi iktidarının eline geçtikten sonra İspanyol toprağında devam Emevi saltanatı’nın bu ülkeye parlak bir uygarlık getirdiği görülmektedir. Müslümanlar o çağda başta Elhamra Sarayı olmak üzere, Kurtuba Camii, Medinet el Zehra, Saragosa Camii, Almeira ve Malaga kaleleri, Real Manastırı, Alkazar Sarayı, Sevilla kulesi, Meridsa su kemeri, Toledo çeşmesi gibi eserler bıraktılar.
Latin tarihlerinin gururla andığı, İbni Rüşt, Yahudi Meymunid, İbni Bace gibi filozoflar yetiştirdiler. Natüralist ve Tıbbi ilimlerde çok ileri bir düzeye ulaştılar. Geliştirdikleri “Tıbb-ı Nebevî” kavramları Güney-Batı Fransa’da Avingon tıp çevrelerinde ve üniversitelerde etkisini gösterdi. Bu alanda bu gün dahi izleri görülen bir “İslami tıp” ekolü doğdu.
Endülüs felsefesi çok ileri bir noktadaydı. Latinlerin “Avveroes” adını taktıkları 1126 doğumlu İbn Rüşt, bu alanda başı çekiyordu. Felsefe tarihçileri dünyanın, yaradılış ve yaşamın sırlarını çözme yolunda pek ileri noktalara varan İbni Rüşt’ün, Fransız Rene Descartes’i etkilediğini yazarlar. İbni Rüşt, şarkın düşünen kafası 1165 Mürsiye doğumlu Muhiddini Arabi’nin de hocası olduğu bilinmektedir.
Doğu’da İslam düşüncesinin ünlü ismi İmamı Gazali, dokuzuncu yüzyılda İbni Rüşt’e karşı çıkmıştı. Bağdat’ta yazdığı “Tehâfüt ül Felâsife: felsefeyi taşlama” kitabı ile İbni Rüşt’e saldıran Gazali “Felsefenin islam’da yeri olmadığını” ileri sürüyordu. İbn Rüşt buna “Tehâfüt ül tehâfüt ül felâsife : felsefeyi taşlamayı taşlama” kitabı ile karşılık verdi. Tartışma o devirde İslam dünyasını ikiye ayırdı.
Gazalî düşüncelerini daha da açıklayarak “el munkız ü min ed dalal: yanlışlığı düzeltme” kitabında “kainatın sırlarını çözmek için İnsanın akıl mantık yerine “tahassüsat” gücünü kullanması gerektiğini ileri sürüyordu. Gazali’nin “Tahassüsat”tan muradı göksel mesajlar ve kalbe dolan sezgi gücüydü. Bazı bilim adamları İbni Rüşt’e bazıları Gazalî ‘ye hak verdiler.
Tartışma uzun sürdü. Sonraki dönemde Endülüs tesirindeki Fransız filozofları da bu tartışmaya katıldılar. Descartes ve Pascal “tahassüsat’ı: İntuition”. İç sezgi” kelimesi ile karşıladılar. Altı asır sonra Henri Bergson “mekanik ve mistik” teorisinde “intuition”dan bahsedecekti. Tartışma Osmanlı dünyasına da yansımış, Sultan Fatih İstanbul’un fethinden sonra bir ilim komisyonu toplayarak konunu tartışılmasını istemişti. Sonuçta bilginler “Gazalî’ye hak vermişlerdi.
Endülüs uygarlığı temelde maddi bir uygarlıktı. Bir din’e dayalı ancak daha çok dünyaya dönüktü. Çağına göre teknolojide başarılıydı. İspanya’da inşa ettikleri su kanalları asırlarca bölgelerin su ihtiyacını karşılamıştı. Endüstri ileriydi özellikle tekstil’de büyük aşamalar kaydedilmişti. Yaşam biçimleri faklıydı. Mutfakları renkliydi. Arabistan’dan çıkma mutfak gelenekleri Batı’da büyük zenginlik kazanmıştı. Bu gün her şekerci dükkanında bulunan “Mass pain: Acıbadem kurabiyesi” bir Endülüs icadıydı. Kitar sazı Granada’da ortaya çıkmıştı. Hareketli Endülüs müziği Arap-Endülüs karışımıydı. Granada’da “Ziyrab” isimli bir üstad ve “Ziyrab’ın kızları” adını taşıyan kadınlar korosu meşhur olmuştu.
Son zamanında “tevafük ü mülk” adı altında küçük küçük devletlere ayrılan Endülüs Emevi uygarlığı 1492’de son buldu. Aragon ve Kastilya kral ve kraliçesi olarak tahta çıkan kral Ferdinand ve kraliçe İsabella, İspanya'nın Müslüman’ların elinde kalan son bölgesi olan Granada Krallığı'na bir sefer düzenledi. 1492'de Granada teslim oldu.
Granada’nın teslim şartlarını görüşmek için bir komisyon toplanmıştı. Halkın görüşmelerden haberi yoktu. Herkes olağan bir barış anlaşması konuşuluyor zannediyordu. Onbeş gün sonra bir sabah Kardinal Jimenez Elhamra Sarayı’nın üzerine Haç’ı diktiğine gerçeği öğrendiler. İspanya elden gitmişti. Bir anda Granada sokakları protesto gösterilerine sahne oldu, insanlar aldatıldıklarını anlayarak çileden çıktılar. Halkın öfkesi günlerce sürdü, fakat sonuç alamadılar. Artık İspanyolların elinde esir olmuşlardı. Bir süre sonra “Katolik “olmaya zorlanacaklar, olmayanlar tarihe “engizisyon” adı ile geçen büyük işkencelere uğrayacaklardı.
1492 yılından sonra İspanyol toprağında Müslüman olmak” veya sadece”Müslüman gibi düşünmek “suçtu. Cezası ağırdı. Müslümanlar İberya’yı terk etmek zorundaydılar. Onlarla birlikte Museviler de artık İspanya’da kalamayacaklardı.
Blas İnfante, çocukları ve heykeli
İspanya’da Toledo ve Sevilla’da noterlik yapmış olan Blas infante İspanya’da toprak mülkiyeti ile yakından ilgilenmişti. Bu alanda İslamı devirlerin çok düzgün olduğunu ve Aragon’lar’ın gelişinden sonra bu düzenin bozulduğunu görmüştü. Daha da ileri giderek “Kuzeyin Baronları” adını verdiği hırıstiyan soyluların İspanyol toprağını yağma etmek için Müslümanlarla savaş ederek onları kovduklarını söyledi. İspanya’da toprak mülkiyetini yeniden düzene sokmak için Müslümanların geri gelmeleri gerektiğini savundu. Niyeti hayallerinin ötesinde ve ciddiydi. Bunun için Fas'a akadar giderek son Granada hükümdarı 12. Muhammed'in torunlarını aradı. Blas infante Marksist kökenliydi. 1938’de iç savaşta kurşunlanarak hayatını kaybetti. Şimdi doğduğu köye heykelini diktiler.
1492’den sonra İspanya’dan kaçmak üzere sahillere yığılan Müslümanlar, o sırada daha devlet hizmetine girmemiş olan Türk denizcisi Barbaros Hayrettin tarafından ücretsiz olarak Kuzey Afrika’ya taşınmıştı. Müslümanlarla birlikte İberya’dan çıkarılan Yahudiler de Osmanlı toprağına taşındılar. Sultan II. Beyazıt kendilerine Selanik ve çevresinde yer verdi. Museviler Sultan'în bu hizmetin 500 yıl unutmadılar.
Müslümanların son kalesi Granada düştükten sonra Elhamra Sarayı Aragon’ların eline geçmişti. Bu sarayın son sahibi Nâsırî hükümdarı Baobdil lakaplı 12. Muhammed’in Saray’dan çıkıp gitmesi gerekiyordu. Kral bir sabah ailesi ve yakınları ile Sarayı terk etti. Uzaklaştılar ve bir tepenin üzerine çıktılar. O sırada kral 12. Muhammed geri dönerek terk ettiği Sarayı’na son bir defa daha baktı ve derin bir “ah..” çekti. Bu tepe daha sonra “ultimo suppiro del Moro: Arabın son ahı tepesi” adını aldı. Tepe bu gün de aynı isimle anılmaktadır.
Endülüs Müslümanları’nın son devleti Nâsırî’ler yenildikten sonra son Nasırî hükümdarı 12. Muhammed Saray’dan ayrılırken ağlıyordu. Yanında bulunan annesi ona dedi ki “Vaktiyle erkek gibi koruyamadığın ülken elinden giderken kadınlar gibi ağlıyorsun”
Seksenli yılların başında konser vermek üzere iki türk müzisyeni bu gün Fransa’da bulunan Poitier şehrine davet edildiler. Bu şehir İberya yarımadasında Müslümanların gittikleri en son nokta ve son savaşılan yerdi. Müzisyenler tren garında karşılandılar. Heyecanlıydılar. İçlerinden biri – Yine geldik.. bu defa silahımız yok, müzik aletimiz var, dedi. Karşılayanın tarihsel bilgisi ve zevki yerineydi, hiç aralık vermeden –Böyle gelirseniz ne iyi, başımızın üzerinde yeriniz var, silahlı gelmeyin..dedi.
Granada’da döner kebap yapan bir Antepli’ye dedim ki – Buraları bir zaman Arap toprağıymış, neden çekip gitmişler. Adam sükunetle cevap verdi –Kadın ve paraya düşmüşler, Allah bu toprağı ellerinden almış. (Arşiv'den)