Uzun boylu orta yaşlı adam merdivenleri hızla çıkarak 14. yatakhanenin kapısından içeri girdi. Elinde küçük bir kulaklıklı radyo vardı. O yıllarda henüz transistör çıkmamıştı. Galenli radyolar kullanılıyordu. Otuza yakın karyolasıyla, yatakhaneden çok kışla koğuşunu andıran salonun bir köşesi, perdelerle ayrılmıştı. Orada yönetici kalırdı. Yatakhane sorumlusu olan hocamız perdenin arkasında kayboldu. Merak ettim... Hoca görevi gereği bizimle meşgul olacak yerde, neden telaşla bölmesine girmişti ? Ayıp olacak ama dayanamadım.
Perdeyi aralayarak içeriye göz attım. Hoca yatağının üzerine oturmuş, küçük radyosunun kulaklığını başına geçirmiş, gözlerini kapamış, iki yana sallanarak bir şeyler dinliyordu... Kendinden geçmiş haldeydi. Anlayamadım. Acaba dinlediği neydi ? Onu böylesine bağlayan şey ne olabilirdi ? Aradan bir zaman geçti, uyku saati yaklaştı. Işıkların kapatılıp herkesin yatağına girmesi gerekiyordu. Hoca bir ara başını perdeden çıkarınca fırsatı kaçırmadım...
- Hocam ! neydi o dinlediğin ?
- Sen karışma sus... hadi yat artık...
- Hocam çok merak ettim, söyle şunu.
- İstanbul radyosundan klasik koro...
Hoca perdenin arkasında kayboldu. Işıkları söndürdüler, herkes yatağına girdi. Beni uyku tutmadı. Acaba Hocanın dinlediği neydi ? Birkaç gün sonra öğrendim. Yatakhane sorumlusu hocamız o yıllarda İstanbul Radyosunda kurulmuş olan rahmetli Mes’ut Cemil’in “Ünison Korosu”nu dinliyordu. Bu Koro ünlüydü. Padişahlar zamanından kalma klasik Türk müziğinin en doğru çalınıp söylendiği bir Koro’ydu.
Merakım yine kaybolmamıştı. Acaba bu müzik böyle koşa koşa, bir yere kapanarak ve dünyayı unutarak dinlemeye değecek bir müzik miydi ? Ne var ki, yıllarca unutamadığım Hoca’nın o geceki hâli, beni derinden sarsmış, düşündürmüş ve bana müzikle birlikte yepyeni bir kültürün kapılarını açmıştı. O tarihten sonra ben de o müziği her yerde arayacak, radyolardan, plaklardan dinlemekle yetinmeyecek, gidip yerinde bire bir kulak verecektim. Nitekim yıllar sonra İstanbul Radyosu stüdyolarında o olağanüstü müzikle yüz yüze, kulak kulağa gelip, nâmeleri aracısız dinleyince, şaşkına dönecek ve radyolardan yahut herhangi bir elektronik aygıttan dinlediğimde kulağıma gelmeyen seslerle tanışacaktım. O zaman o müziğin bende uyandırdığı etki zirveye ulaşacaktı.
1956 yılının başında Galatasaray'da son sınıftaydım. Rahmetli Tarih Hocamız, değerli insan Halit Sarıkaya bir gün derste bana:
–Herkes Konya’ya gitti sen daha ne buralarda duruyorsun ? dedi. Benim Türk Müziğine merakım o sırada okulda duyulmuştu. Gençler dershanelerde, koridorlarda İngilizce “you are always in my hard” şarkısını söylüyorlar, bazıları İspanyolca “ya viyen el negro zumbon” diye bağırıyor, bazıları da o sırada pek meşhur olan “Yves Montand”ın şarkılarını ezberliyordu. Ben ise Münir Nureddin Selçuk’un peşine düşmüştüm. Halit Sarıkaya Konya’yı ve ihtifâli bana bu ortamda hatırlatmıştı..
Aklım fikrim karıştı. Acaba diyordum böyle bir şey olabilir mi ? Derhal Müdür Macit Saner’in yanına gittim.
–İzin istiyorum... Konya’ya Mevlânâ’ya gideceğim...
–Edebiyat hocan razı olursa gönderirim...
Hiç inanmıyordum ama Edebiyat hocamız Zâhir Güvemli, bu konulara fazla ilgi duymamasına karşın, önüne bir kağıt çekti ve okul müdürüne hitaben şunları yazdı: “Nezih Uzel tasavvufa meraklıdır. Yunus Emre ve Mevlânâ’yı okur... Konya’ya gitmesi gerekir”
Sonunda izin alındı ve ben bir akşamüstü Haydarpaşa garından Konya’ya hareket eden posta trenine bindim.Yoğun karla kaplı ovalarda bütün gece yol alan kara tren, güneşin ilk ışıkları ile Konya ovasına girmişti. Aydınlığın kızıl okları, karanlığın bağrını delerken, eski buharlı kara tren dumanlarını saçarak, Akşehir ve Ilgın arasını geçmeye çalışıyordu. Yirmi ki saattir yollardaydık. O çağda henüz motorlu “fiat” trenleri servise konmamıştı. Konya’ya posta treni ile gidiliyordu. Meram ve Toros ekspresleri de vardı ama param yetişmemiş olacak ki, posta katarına binmiştim.
Konya garında trenden inen yolcuları korkunç bir orta Anadolu soğuğu karşılıyordu. Buharla ısıtılan vagonların sağlıksız sıcağından birden Konya’nın kuru soğuğuna çıkanlar şaşkındılar. Dirilip canlanmışlardı. Uzaktan bakan bir üniformalı yanıma yaklaştı. Hayret ! bu şehirde beni tanıyan yoktu, bu da kimdi ? adam gülerek:
–Hoş geldiniz dedi... ben belediye görevlisiyim, Konya’da tanıdığınız yoksa sizi bir otele götüreceğim...
Konya’da, Cumhuriyet döneminde “Mevlânâ ihtifali” adı altında, Hz. Mevlânâ’nın vefat yıldönümü olan 17 aralık tarihinde, her yıl sema’lı müzikli Mevlânâ anma toplantıları yapma geleneği başlayalı henüz üç yıl olmuştu. Ülkede fazla kimsenin bu işten haberi yoktu. Gelen gidenin azlığından Konya Belediyesi misafirlerini tren garında karşılıyordu.
Çavuş önde ben arkada yola çıktık. Garın önünde iki atlı paytonlar bekliyordu. Onlardan birine bindik ve şehre doğru yol aldık. Her taraf buz tutmuştu. Soğuk insanın yüzünden giriyor, ciğerlerine kadar işliyordu. Sokaklarda dolaşan tek tük insanlar acele ile evlerine, iş yerlerine veya bir yerlere sığınmaya çalışıyorlardı. Ben soğuğu İstanbul’da da görmüştüm ama bu başkaydı. Konya’ya ilk defa iki ay önce gelmiştim o zaman hava güzeldi.
Çamur yığınlarını, buz kalıplarını zorlukla aşan payton bir yerlere geldi... Alaeddin oteli... Çavuş – geldik...dedi. Arabadan indik, çantalar, bavullar, takış tukuş, koca bir salona girdik, ortada yüksek bir soba gürül gürül yanıyordu, etrafında insanlar...
–Hoş geldiniz ? kimsiniz ? dediler.
–İstanbul’dan... dedim. Herkes yüzüme baktı kaldı, gerçekten bu havada, tek başına bu kadar yolu aşıp buralara gelebilen 17 yaşında bir çocuk, insanların ilgisini çekiyordu. Ben de “neden garipsiyorlar...” diye o insanlara hayret ediyordum... Aradan yarım asır geçti, ben hâlâ o yıl, beni Konya’da görüp de hayret edenleri merak eder dururum. Onlara göre ben sanki orada güney kutbunu keşfeden Amudsen gibiydim.
O akşam yarı üşüyüp, yarı ısınarak Alaeddin Otelinde kaldık. Gece yatağa girdiğimde gözüm takıldı, duvardaki bir yarıktan sokak görünüyordu... Orada birkaç gün kaldım. Ertesi günü, sanırım bir salıydı... Sıkıca giyinip sokağa fırladım. İstanbul’dan yola çıkarken, Konya’nın soğuktan yana şöhretini bilen ve bana izin vermekte epeyi zorlanan rahmetli anam, kalın yün kazaklar, yün çoraplar, atkı, kaşkol, takke evde ne bulduysa çantalarıma sıkıştırmış beni yola öyle çıkarmıştı..
Şehri tanımıyordum, gidip otellerde “İstanbul’dan gelen” hey’etleri ve özellikle “Neyzen Ulvi Erguner’i” arayacaktım. Rahmetli Ulvi Erguner o yıllarda yüzbaşı veya Binbaşı rütbesiyle İstanbul’da Harbiye binasında görevliydi. Oturduğu odada birkaç masa daha vardı. O masalardan biri de o sırada askerlik görevini yapmakta olan ağabeyim Sabih Uzel’e aitti. Ben ağabeyimi sık sık ziyarete giderken Ulvi Erguner’i tanımıştım. Erguner Niyazi Sayın ve Selami Bertuğ ile birlikte o zaman ülkede tanınmış üç neyzenin en yaşlı olanıydı.
Ulvi Erguner, yeni zamanlarda ney sazını unutulduğu yerden çıkararak Türkiyeye tanıtan dede Süleyman Erguner’in büyük oğluydu. Harbiyede okumuş, levazım subayı olarak Ordu’ya katılmıştı. Tanbur çalan bir de kardeşi vardı... O sırada tek parti iktidarının yasaklı devirlerinden çıkan Ülke, ney’i bu aileden öğrendi. Dinledi, sevdi. Yeniden dündeme koydu.