(Arşiv’den) Dünyanın ilk makinelı tüfeği bir Amerikan yahudisi olan Hıram Maxim’in icadıdır. Maxim 1840’ta ABD’de Sangersville Maine kasabasında doğdu. Küçüklüğünden beri mekanik olan her şeye ilgi duymuştu. İlk icadı fare kapanıdır. Maxim 1881’de Paris sergisini gezerken bir İngiliz ona “çok para kazanmak istiyorsan öyle bir şey icat et ki, Avrupalılar birbirini daha kolay boğabilsin” demişti.
Çanakkale savaşı 1895 Sudan Omdurman savaşından sonra bu silahın ikinci defa kullanıldığı en büyük savaşıdır.. Kara ve deniz muharebeleri olarak anılan bu savaşta, Hıram’ın “fare kapanı”nı en etkili biçimde kullanan taraflar, bu silahı efsaneleştirmek için olağanüstü çaba harcamışlardır. Makinelı tüfek bu savaşta ve bundan sonraki cephe ve şehir savaşlarında adetâ Davud’un Câlût’u yere indiren topuzu, Hektor’u yok eden Truvalı Aşil’in kalkanı, İskender'in düğüm bozan kılıcıydı.
Bu savaşın üzerinden 9o küsur yıl geçti. Bu gün dahi savaş alanlarına gidip “dedelerinin nasıl savaştığını” merak edenlere devamlı anlatılan bir hikaye vardır. “Havada çarpışarak eriyen makinelı tüfek mermileri…” Savaş alanına yayılmış, bunlardan yüzlercesi, hâlâ topraktan çıkmakta, ziyaretçilerin yüreğini kabartmaktadır. Ancak karşılıklı kullanılan milyonla merminin nasıl olup da havada buluşacak kadar sık ateşlendiği kimsenin dikkatini çekmez. Bu harika savaş makinesinin hangi zekâların ürünü olduğu pek sorgulanmaz.
Hıram Maxim ve makinalı tüfeği
Çanakkale savaşında kullanılan ve o çağın en ileri teknolojisi ile üretilen silahlar, bu savaşın bir “silah fuarı” şekline döndüğünü gösteriyor. Sergi standına çevrilen siperlerde silahlar, müşteriye uygulamalı tanıtılıyor, ne işe yaradığı anlatılıyor ve nasıl insan öldürdüğü, dakikada kaç can aldığı, tetiği çekene nasıl bir güç sağladığı izah ediliyor. Bütün bunların yanında savaş, kahramanlık, şehadet, esaret sanki "melhame-i kübrâ" kan sofrasının şirin garnitürü…
Ordulara olağanüstü güç sağlayan makinelı tüfeğin kullanımı ile dünyadaki savaşların artık bir “soykırım” savaşına dönüştüğü görülmektedir. 1881 Paris fuarında bir İngiliz’in Hıram Maxim’e “Öyle bir şey icat et ki, Avrupalılar birbirini daha kolay boğabilsin” demesinin ardından sadece 34 yıl geçmiştir. Ve Hıram tavsiyeyi yerine getirmiştir. Bu silahla artık insanlar rahat rahat birbirlerini boğabilirlerdi.
Çanakkale savaşının gözlerden uzak düşmüş bir başka özelliği birbirinden binlerce kilometre ötelerde yaşayan halkların buluşarak savaşa tutuşmalarıdır. Dünyanın bir ucundaki İngiltere diğer ucundaki sömürgelerinden asker toplayarak getirmiş, yolun yarısında bir başka ulusun üzerine göndermiştir. Bunu hangi güçle başarmıştır ? Nasıl bir temel devlet idealidir ki, Londra sömürgeleştirilmiş, soyulmuş, son noktasına kadar siyasal erkten uzaklaştırılmış insan topluluklarını böylesine vahşî bir sevkiyata ve soykırıma ikna edebilmiştir.
1900’lerin başında bir Avusturalyalı’ nın, veya Borneo’lunun yahut bir Anzak’ın Çanakkale Boğazı'nda ne işi vardı ? Bu yakıcı soru Çanakkale savaşlarının 90. yıldönümünde Avustralya ve Yeni Zelanda başbakanları tarafından törenlere katılan İngiltere prensi Charles’e sorulmuştu.
1915 Çanakkale savaşlarında tarafların kayıpları yaklaşık olarak şöyledir: Türkler : 251.309 İngilizler : 205.000 Fransızlar : 47.000. Savaş, denizde ve karada 8.5 ay sürmüştü. Şair Mehmet Akif Ersoy’un “tüm insanoğlu” anlamında “akvam-ı beşer” dediği insan toplulukları bu 8,5 ay zarfında birbirlerini boğazlamışlar, yarım milyon insan, kendilerini yöneten birkaç politik planlamacının eseri olan ve önlenemeyeceği varsayılan bir savaşta, canlarını kaybetmişlerdi. Elbette ölenler şehit, kalanlar gaziydi ama bu savaşa neden olanların ve çıkarları bunu önlemeye uygun düşmeyenlerin hiç de böyle bir şeref kazanmaya hakları olmadığını düşünüyorum. Tarih sadece “dürüstlere” şeref madalyası verir.
Çanakkale savaşı her iki taraf için de bir “imha” savaşıydı. O zamana kadar savaşlarda birbirlerinin siyasal gücünü dize getirerek yasal isteklerini, karşı taraftan silah zoruyla elde etmeye çalışan uluslar, eski çağların düello yapan şovalyeleri gibi kahramanca savaşırlardı. Çanakkale savaşı ve sonrası ise ulusların birbirlerini “imha” etme savaşlarıdır. Bu olayın savaş tarihi verilerinden hareketle “toplum bilim” açısından yeniden incelenmesi gerekir.
Bugüne kadar bu incelemeler yapılmamış, sadece kahramanlık destanlarıyla yetinilmiştır. Türkler bu savaşı kazanmışlar, ne yazık ki, hemen arkasından gelen politik savaşı kaybetmişlerdi. Zira Çanakkale Boğazı’ndan geçemeyen Müttefik Donanması iki yıl sonra elli beş parça gemiyle İstanbul limanına demir attı.
Müttefik donanmasını İstanbul’a getiren Mondros mütarekesinin imzalandığı sırada Rauf Orbay donanma kumandanı Amiral Calthrop’a gelecek gemilerin arasında “Yunan gemisi bulunmaması için” rıcada bulunmuştu. Calthrope bunu kabul etmekle birlikte Averof zırhlısını son dakikada işgalci donanmaya dahil etti, gemiye gözlerden uzak bir yerde demirlemesi için talimat verdiğini söylüyordu.
Günümüzde Pire lmanında müze olan Averof
Averof varsayılan bu talimatı dinlemedi. Dolmabahçe Sarayı’ nın önüne demir attı. Bu da yetmedi, Calthrope, Averof’ta bir resepsiyon verdi ve yenik Türkiye’nin başı yerde generalleri, devlet adamları, halk temsilcileri bu davete icabet ettiler. Savaş sonrasında muzaffer İngilizler, Türklere açıkça hakaret ediyorlardı. (Yüzbaşı Bennett anlatıyor:Nezih Uzel, İstanbul 2008)