(Arşiv’den)
I971 yılında Türkiye’de yine bir hükümet darbesi oldu. Biz radyoda darbe olacağını arşiv memurlarından öğrendirdik. Hava gerginleşip bir şeyler olacağı sezildiğinde, uyanık yöneticiler, arşivcilere haber gönderip Hasan Mutlucan’ın bantlarını hazırlatırlardı. Gecenin hangi saatinde devrim olacağı belli olmadığı için bantları akşamdan hazır bulundurmak gerekiyordu.
Hasan Mutlucan, Türk halk müziğinin değerli bir san’atçısıydı. Bilmem şimdi hayatta mı ? Oldukça kalın, gür ve volümlü bir sesi vardı. Kahramanlık ve Rumeli türkülerini en iyi o okurdu... 27 mayıs darbesinde ve sonraki darbelerde, radyolardan hep onun okuduğu türküleri dinledik. Hasan Mutlucan...
“Yine de şahlanıyor aman, kolbaşının kır atı”
Diyerek türküye başladığında, o gece bir şeyler olduğu anlaşılırdı. Ertesi sabah kalktığımızda Türkiye’yi değişmiş bulurduk. Sonra bildirileri, haberleri beklemeye sıra geliyordu. Bu gelenek darbelerin seyrekleştiği zamanlara kadar sürmüştür... Ama ben, rahatsız edici bir içgüdü ile radyolardan ve şimdi TV’den o sesi hep bekliyorum... Mutlucan’ın türküleri siyasi hareketlere öylesine damardan karışmış olacak ki, onun sesini duyunca hâlâ insana bir ürperti geliyor..
1971 darbesi de galiba yine bir sabah Mutlucan’ın türkülerinden öğrenildi. Darbeciler geldiler ve her şeye el koydular... Radyo’da yine “düzeltilecek şeyler” arama günleri gelmişti. Ancak bu defa programlara karışacak, stüdyolarda koşuşturacak, uzun saçlı san’atçıları kovalayacak bir Kenan Albay ortalarda görülmüyordu. Sadece “güvenlik” görevlisi olarak etrafta gezinen emekli bir binbaşı vardı... Koridorda herkesi çevirir, hatta çalışma yapılan stüdyolara dahi girer, çalgıcıların resimli yaka kimliklerine bakardı.
Kimliği olmayanları azarlardı. Siz dalmışsınız, birşeyler okuyup çalacaksınız adam başınıza dikiliyor, – Hani kimliğin ? diyor. Herkesin yakasına, bebelerin üzerinde “öpme beni” yazan önlükleri gibi resimli kimlik takma zorunluluğu vardı ki, içerde anarşist’le,san’atçı birbirinden ayrılsın.
O binbaşıyı bir gün Sirkeci garının önünde gördüm. Radyo’nun dışında ne kadar da güçsüzdü, Harbiyedeki binada şimşek çakan bakışları donuk, omuzları çöküktü... Selâm verdim. Saygı ile eğilerek yanıtladı. Radyoda olsa ona asla selâm vermezdim.
1971 darbesinin hareketli günlerinde bir sabah elimde kudüm torbası radyoya girdim. Arkamdan bağırdılar: “Ne o elindeki, çabuk getir buraya..” Başımı çevirdim kapıdaki resepsiyon memuru sesleniyordu. Kudümden aşırı kuşkulanmıştı. Gerçekten iki tas kudüm torbasında sakin sakin yatıyordu ama bombaya benziyordu. Ödüm koptu. O dehşetli günlerde eğer bana “ ne kudümü, bu bomba...sen radyoyu havaya uçuracaksın” deselerdi kendimi kurtaramazdım.
Acaba ben, o anda, kapıcılara elimdeki “kudüm’ün bomba olmadığını” nasıl anlatabilecektim. Sonradan yakın arkadaş olduğumuz, Radyonun uzun yıllar resepsiyon memuru olan, herkesin sevdiği Hasan bu olayı hep hatırlar “İsteseydim sana kudümün derilerini çözdürürdüm” derdi... Doğrudur, belki beni idama da gönderirdi.. Geçmiş bir zaman. Hasan, herkesi tanırdı, bu yüzden güvenlikçiler nice yıllar onu kapıdan ayıramadılar.
1971’de Türkiye devletini ele geçirenler, halkın gönlüne girebilmek ve yasallıklarını sağlama bağlamak için bir marş ısmarlamayı düşünmüşlerdi. Bunun için rahmetli Cemal Reşit Rey uygun görüldü. Kendisine rıca edildi ve Cemal bey darbecileri öğen bir marş bestelemeye razı oldu. Sanki Cumhuriyetin ilk günlerindeydik. O çağda ve ondan sonra nesiller boyu kalpleri titreten o ünlü “ Onuncu yıl “ marşının efsane bestekârı, acaba bu defa nasıl bir eserle karşımıza çıkacaktı ?
Aradan bir zaman geçti. O günlerin telaşı içinde Cemal bey marşı besteledi ortaya koydu., Dinledik ve hayretlere kapıldık. Berbat bir şeydi, zorlama ve sıkıntıyla çıktığı anlaşılıyordu. Marşın anlatım ve heyecan trendi bir yana müzikal değeri dahi yoktu. yenir yutulur gibi değildi. Buna rağmen ısmarlayıcılar tarafından Cemal Reşit bey’in anısına kabul edildi. Türk insanına on yıllardan beri “Onuncu yıl “ marşı ve “ Lüks Hayat” operetini dinleten Cemal Reşit bey’den beklenen elbette bu değildi ama olsun, zâten başkası da yoktu ki..
Bir gün radyo’nun birinci katındaki sendika odasına otururken gözüm dışarıya ilişti. Cemal Reşit bey, yolu düşmüş binanın önünden tek başına geçiyordu. Dikkat ettim, yürüyemiyordu, sendeliyordu. Yaşı oldukça ileriydi. Onuncu yıl marşını bestelediği gençlik yılları gerilerde kalmıştı. Elbette artık marş besteleyecek durumda değildi, kendisi yürüyemiyordu ki, yürüyüş ritmi gerektiren “marş” bestelesin... Bu yüzden 71 darbecilerinin ısmarladığı marş çok kötü olmuştu. 10. yıl’ın enerji ve neş’esi 40 yıl geride kalmış 71’e erişememişti. (Radyoda Bir Gün, Nezih Uzel, Pan yayınları İstanbul 2006)