Irak’taki mezhep çatışmalarınına ait bir haberi okuduğu sırada “Hazreti Ali’nin oğlu hazreti Hüseyin’in öldürüşünü anmak üzere.. ” derken spiker, bu saygıdeğer isimleri öylesine ilgisiz bir ses tonuyla ve sıradan isimlermiş gibi söylüyordu ki, tüylerim ürperdi. Şaşırdım . Kalakaldım. Genelde İnsanlık ve İslam tarihinin bu en eski faciasından bahsederken mes’elenin bu kadar basite indirilmiş görüntüsü, abd-i acizi bir anda çıleden çıkardı.
İsimlerin başındaki “hazret” sözcüğü sanki o ismin bir parçasıydı. Herhangi bir “saygı” göstergesi olmak yerine “lakap” gibi birşeydi.. Bu kişiler hakkında hiçbir bilgisi olmadığı tarz ve tavrından anlaşılan spiker, haberin devamı yazılmış olsaydı “hazret”e endeksli ritmiyle herhalde o cinayetin baş sorumlusu Muaviye’ye de “hazret” diyecekti. Ve cümle şöyle olacaktı “Hazreti” Ali’nin oğlu “Hazreti” Hüseyin’in “Hazreti” Muaviye’nin oğlu “Hazreti” Yezit tarafından öldürülüşü Irak devlet başkanı “Hazreti” Talabani tarafından anıldı.
Bir çare bulunsa da TV spikerlerine, yorumcularına, yönetici ve sahiplerine, 1000 yıldan bu yana İslam dini ile yaşayan ve bu gün de sınırlarının içinde %98 müslümanın yaşadığı bir ülke olan **Türkiye’**de güdülen İslam dini hakkında gereken bilgiler verilse.. Şimdi laik olan bu ülkede, Hırıstiyanlık, Yahudilik, Musevilik, Süryanilik kadar İslam tarihi ve kültürü de öğretilse..
Dinler artık gittikçe “kültürleşerek” belirli kalıplara oturuyor. Kimse yüzyıllar önce yaşamış Peygamberlere, din büyüklerine evliya veya azizlere eskisi kadar değer vermiyor. Herşeyin altının üstüne geldiği, yiğitlerin harman olduğu bir zamana ulaştık.. Bu zamanı yaşayan, geriye dönüp bakmayan kişilere saygımız sonsuz, ama onlar da bizlere saygı gösterseler de eski zamanlarda yaşamış bir din büyüğüne en az taştan topraktan yapılma bir tarihi esere gösterdikleri ilgiye yakın bir ilgi gösterseler.
İnsanlar bir zaman o kişilerle mutlu yaşarlardı. Onların varlığı kendi hayatları ile eş değerdeydi. Eski zamanların İslam bilginlerinden Molla Camî, Halkın “evliya” olduğuna inandığı kişiler hakkında yazdığı bir kitaba “nefahat ün uns fi hadarat ün kuds” adını koymuştu. Bu isim şu anlama geliyordu: “ Halkın nefesleri olan kutlu kişiler…” Fatih devri ulemasından Molla cami insan topluluklarının böyle kişilerle nefes aldığını söylüyordu...
Bu durum değişmemiştir. Bu gün de böyle kişiler vardır. İşler bu gün de böyledir. O kutlu kişiler yine halkın içinde yaşarlar. Ancak devirler değişmiş. Bazıları sırlanmıştır. İnsanların ilgi alanındaki değişmeler böyle kişilerin vitrinden çekilmesine yol açmıştır. Ancak bu durum onlar “yoktur” anlamına gelmez. Onlar hiç bir zaman yok olmadılar..
Böyle kişilerin tarihten silinmeleri olanaksızdır. O yüzden bir Peygamber veya torunu yahut bir zamanlar “aziz” olduğuna inanılmış bir kişi “haber diline “düşecek olursa lütfen dikkat edilsin. Bir peygamber torununun şehadetinden bahsedilirken insanoğlu’nun bir ölçüde kalbi ve az da olsa dili titresin.
Bu oykü asırlarca anlatıldı: Nice şairler, destan sahipleri, nice edipler, tarihçiler, yürekleri “şerha şerha yaralı” insanlar nice alevli mısrağlarla bu dayanılmaz acıyı dile getirdiler. Yüzyıllarca dökülen göz yaşı **Fırat’**ın, Dicle’nin suları gibi aktı gitti o topraklarda.. Hâlâ akıyor..
Ülkemizde şu anda tüm ruhumuzu ele geçirmiş görünen Tanzimat neslinin, Truvalı Aşil’in hikayesini öğrendiği kadar “Şahı merdan Cenabı Ali”nin ve “Şah-ı Şehid-i Kerbelâ Mazlum Hüseyin” in de hikayesini öğrenmesini tavsiye ederiz. Bir imtihandır kazanmalı.