In Honour of Nezih Uzel
by nicky on April 29th, 2009
Nezih Uzel
This short dedicatory text in honour of the lifelong work of Nezih Uzel sends me back in time to my first arrival from Greece to this city in 1984 and forces me into an assessment of my own work here spanning those turbulent waters between two centuries, the 20th and the 21st.
Three people have deeply influenced the musical expression and spirit of the group “Bosphorus” which I founded in 1985 and which made a resounding cultural opening to Greece where its influence is still being felt; these were my Ney teacher, Niyazi Sayin, İhsan Özgen who directed ‘Bosphorus’ for a time and Nezih Uzel.
In the winter of 1984 the ‘imposed’ Iran – Irak war was raging at its peak. Tales of unspeakable inhumanity were reaching the “civilised” world and Istanbul was overrun with young refugees escaping conscription and the flesh grinding war. I was looking for a place to rent ahead of my formal arrival here to study Turkish music. I was living in the meantime in the same squalid hotels in Laleli as those unfortunate young people, witnessing their uncertainties, their anguish, their sorrow.
In my search I was led to the home of Nezih Uzel who, I was told, would be able to guide my steps through the music world of Istanbul. His house became a haven of peace for me. It was always full of young people learning the Sema, the rhythms and chants of the Mevlevi Ayin. There was brotherhood, companionship and solidarity: the moment of silence came when together we shared Nezih’s famous Uzbek pilaf. Then there was the music and the ghazels, which healed the soul, but above all there was prayer. True unfettered prayer. I could not help thinking at times how fortunate my country was for allowing monasteries to persist even though they reject this modern world. Will they survive?
My most unforgettable experience was a prayer Nezih uttered in Turkish for the cessation of this absurd war, the souls of the lost soldiers and the suffering of millions of displaced people. Then followed the Ney of Ömer Erdoğdular. I broke into tears and I realised that we were praying to the same God, for our God is a God of Love, Justice and Compassion. There were only the three of us there and I spoke no Turkish, yet, I understood every word of the prayer. Maybe this is what is called the language of the birds.
These are hard times for dervishes. This world is like a shattered mirror. It has devised a myriad of enticing illusions. It seems doomed to drown in its refuse. Forests are disappearing and venerable ancient trees are felled to produce newspapers. Some have devoted their lives to bring down some spiritual light into the darkness of this world, for only in the light of the “Spirit” will this world be redeemed. This is the meaning of the Mevlevi Sema, which has been the focal point of Nezih’s life. Someone once said: “ He who does not have a patrimony or a legacy to defend is not living, he is existing.”
Nikiforos Metaxas, Heybeliada, April 2009. (This text is to appear in a publication dedicated to the work of Nezih Üzel)
Nezih Uzel
Nezih Uzel’in bir ömür boyu süren çabasına adanmış bu kısa ithaf yazısı, beni zamanda bir yolculuğa çıkarıp 1984 yılına, Yunanistan’dan yollara düşüp bu şehre, İstanbul’a ayak bastığım günlere götürüyor ve bu şehirde, iki yüzyıl arasında, 20. ve 21. yüzyıllar arasında çalkalanan sert sularda dalgalanan kendi arayışıma dair düşüncelere sevk ediyor. 1985’te kurduğum, Yunanistan’da etkisi hâlâ süren bir kültürel açılmayı yankılayan Bosphorus grubunun müzikal ifadesini ve ruhunu üç kişi derinden etkilemişti: Bunlar, ney hocam Niyazi Sayın, bir süre Bosphorus’un liderliğini yürüten İhsan Özgen ve Nezih Uzel’di.
1984 kışında, “dikte edilmiş” bir savaş olan İran – Irak savaşı şiddetle doruk noktasında ilerliyordu. Akla hayale gelmez insanlık dışı hikâyeler “medenî” dünyaya ulaşıyordu ve İstanbul sokaklarını zorunlu askerlikten, bedenleri yiyip yutan savaştan kaçan genç mülteciler kaplıyordu. Buraya Türk müziği üzerine çalışmak için gelmiştim ve kiralık bir yer bakınıyordum. O sıralarda, o talihsiz genç insanlarla yan yana, onların tereddütlerine, kederlerine, acılarına tanıklık ederek Laleli’nin viran otellerinde barınıyordum.
Araştırmalarım beni İstanbul’un müzik âlemine adım atmakta iyi bir kılavuz olabileceği söylenen Nezih Uzel’in evine götürdü. Uzel’in evi, benim için adeta huzurlu bir liman gibiydi. Burası Sema’yı, bu Mevlevi âyininin ahengini ve ilâhîlerini öğrenmek isteyen genç insanlarla dolup taşardı hep. Burada kardeşlik, dostluk ve dayanışma vardı: Nezih’in meşhur Özbek pilavını hep beraber paylaşırken havada bir sessizlik asılı dururdu. Sonra insanın ruhuna şifa veren müzik ve gazeller, ama hepsinin ötesinde burada dua vardı. Hakiki, yürekten gelen ve ketlenmemiş, zincirlere koşulmamış dua. Bazen, bu modern dünyayı reddediyor olsalar da manastırların varlığında ısrar ettiği için kendi ülkemin ne kadar şanslı olduğunu düşünmekten kendimi alamıyordum. Onların ayakta kalabilmesi mümkün mü acaba?
En unutulmaz hatıram, Nezih’in bu saçma savaşın sona ermesi için, kayıp askerlerin ve acılar içinde yersiz yurtsuz bırakılan milyonların ruhu için Türkçe söylediği duaydı. Nezih’in duasını Ömer Erdoğdular’ın ney taksimi izledi. Onları dinlerken gözyaşlarına boğuldum ve bir anda farkına vardım ki, aslında hepimiz dualarımızı aynı Allah’a, Sevginin, Adaletin ve Merhametin Tanrısına ediyorduk. O an orada sadece üçümüz vardık, ben henüz hiç Türkçe konuşamıyordum, ama yine de o duanın her kelimesini anlayabiliyordum. Belki de kuş dili dedikleri böyle bir şeydir.
Bu zamanlar, dervişler için zor zamanlar. Dünya, paramparça edilmiş bir aynaya benziyor. Bu ayna, sonsuz sayıda baştan çıkarıcı illüzyonlar seriyor önümüze. Ve bu dünya, kendi çöplüğünde boğulmaya mahkûm gibi görünüyor. Ormanlar yok oluyor ve o mübarek asırlık ağaçlar gazete üretmek adına birer birer kesiliyor. Bu dünyanın kefaretinin ancak “Ruh”un ışığıyla mümkün olduğunu düşünerek, kendini bu dünyanın karanlığına bir parça maneviyat ışığı düşürmeye vakfetmiş insanlar da var. Mevlevilerin Sema âyininin mânâsı da budur, Nezih’in ömrünün mihrakında da bu vardır. Vaktiyle birisi şöyle bir şey söylemişti: “Koruyacağı bir mirası ve geçmişi olmayan kişi yaşamıyordur, ancak varoluyordur.”
Nikiforos Metaxas, Heybeliada
Nissan 2009
Çeviren : Merve Erol