Tüm başkent’in ve devlet çarkının bir deniz albayına odaklandığı sırada aklımı ve fikrimi bir isim etrafında dolaşmaktan kurtaramıyorum.
İnanamıyorum… Ben bu yaşa kadar yanında oturulacak, eli öpülecek, sözüne kulak verilecek, gölgesine sığınılacak, ocağına yakın durulacak kimselerin, hep eski kültürden gelen kişiler olduğuna inanırdım. Bunlar Osmanlı asırlarının devamında yetişmiş Doğu insanlarıydı.
Edebiyat, şiir ve musiki bilirlerdi, eski yazı okur ve yazarlardı, tarih ve kamu bilincine sahip kişilerdi. İnsanoğlunun bu güne kadar üretip biriktirdiği tüm erdemleri kucaklar, bunlarla heyecanlanır ve öylesine yaşarladı. Bunların en sonuncuları Prof. Dr. Süheyl Ünver, devrinin ünlü köşe yazarı Ref’i Cevad Ulunay, Mevlevî şeyhi Mithat Baharî Beytur, Münevver Ayaşlı. Dr. Robert Anheeger gibi önde gelen isimlerdi.
Bu değerli insanlar daha çok İstanbul çevresinde doğup büyümüş, bu şehrin rüzgarında gelişmiş, eskilerin “ Dersaadet: mutluklar şehri” dedikleri bu eşi bulunmaz “belde-i tayyibe: kutsal belde” de gün ışığına çıkmış varlıklardı. Balkan ve Islav dünyasında “Çarigrad:Çarlar şehri, kralar şehri” denen yerin üretimiydiler.
Onlar bir imparatorluğun son erleriydi. Her medeniyet dairesinin şekillendirdiği insan tipi vardır. Onların derin çizgileri bellidir. Bunlar uzun zaman bağlı oldukları kültürün ve temel kaynaklarının rengini yansıtırlar. Yaşamın sorunlarını çözmede devrine göre donanımlıdırlar. Ancak devirler değişip zamanlar aktığında, eski donanımlar un ufak olup dağılır. O zaman artık onların da sonu gelmiş demektir. Bu durum eşyanın tabiyatına uygundur.
İşte böylece o değerli kişiler de dünyamızdan çekip gitmişlerdi. Ama her nedense ben onların hasretine dayanamadım. Onları hep aradım. Aradığım onlar değil, onların fevkalade yüksek halleriydi… Çoktan çürüyüp topraklara karıştılar ve bir avuç kemik oldular. Arkalarında bıraktıkları iz ise yıllar boyu bir türlü silinmedi. Çünkü yerleri doldurulamamıştı. Yeni gelenler onlara benzemiyordu. Şekil değiştirmişlerdi. Kışın uyuyan yazın yeniden kabuk çıkaran böceklere benziyorlardı.
Şimdi eski yazı bilmeyen ihtiyarlara rastlıyorum. Kırk yıl önceki ihtiyarların hepsi, Türklerin bin yıl kullandıkları arap kökenli eski yazıyı bilirdi, hepsi eski kültürden haberdardı. Sanki bin yılın ortak belleği gibiydiler. Sonra gelenler nereden çıktı ? Başka bir gezegenden gelmişe benziyorlar. Anlamsız bir yaratığın görüntüsünü taşıyorlar. Eski yazı bilmedikledikleri bir yana, yeni yazı da bilmiyorlar, bunlar hiç bir şey bilmiyorlar. Bunların nesli mağara devrine geri döndü. Binlerce yıllık köklü medeniyetleri bir günde silip süpüren Vandalları andırıyorlar.
Bir çölde, kızgın güneşin altında düşe kalka yürür olduk, ne önümüz belli, ne arkamız, ne ufkumuz belli, ne hedefimiz, ne pusulamız belli, ne çarkımız. Bıraktığımız izleri ise rüzgar az zamanda siliyor.
İşte böyle bir günde ben Ankara’da buldum kendimi. Uzakta silik bir ışık yanmıştı. Gökten inmiş bir mesaj gibi kalbimde bir şeylerin kımıldadığını hissettim. Yüzyıllarca sürmüş şerefli bir tarihi olan, pembesi, alacası, kızılcası her türlü günü yaşamış, bu sırlı şehirde, bir nur, bir ümit, bir işaret olmalıydı. Olmak zorundaydı.
Böylece çaldık, bir Pazar sabahı eski **Meclis başkanı Ferruh Bozbeyli’**nin kapısını, İstanbul mebusu Ahmet Tan’la birlikte… Yanılmamıştım. Bir iç güdü beni o kapıya doğru bir fırtına tayfı gibi itmiş, şehrin kargaşasından çekip, Ankara dışına, o yöne sürüklemişti.
Yarım yüzyıldan beri ilk defa eski yazı bilmeyen, eski kültürle ülfeti olmayan, eskileri bir hamlede geçmiş bir insanla tanıştım. Oturduk ve sohbet ettik. Hayret… Hayret… Bu kişi de o gidenler gibiydi. Belki kumaşı farklıydı ama gölgesinde durulacak bir adam olduğunu anladım. Onun yanında insan rahat edebilirdi. Kendisini çekmişti. Toplumdan soyutlanmış gibiydi. Kimselerle konuşmuyor, değerli konuları sadece o değerleri bilenlerle paylaşıyordu.
Her şeyin sıfıra indiği bir anda yolda rastladığımız bu değerli insan, büyük olasılıkla bu şehrin mayasında yatan gizemli topraktan yeniden doğacak bir insan neslinin habercisidir. Küllerin arasında dolaşan son kıvılcımlardan parlayacak bir alevin ilk belirtileridir. Bir gün gelecek bu şehir yeniden erdemine kavuşacaktır. Ankara’yı tarihinde birkaç defa kurtaran eski “ahi”lerin “seymen”lerin kızılca günü yeniden gelecektir. Gelmek zorundadır.
Eflatun’a göre ülkeler “**erdem”**le ayakta durur. Şöhretli Yunanlı “Cité model” kavramında, her şeyin üzerinde yer alan “erdem”e işaret etmiştir. Eflatun’a Şark’tan seslenen Ebu Nasr Fârâbî ise ona “el medinet ül fâzıla” diyor. Yani “Erdemli insanlar şehri”.
İstanbul altı asırlık tarihinde kuşkusuz “el medinet ül fâzıla: Erdemli insanlar şehri” olmuştu. Belki şimdi sıra Ankara’ya gelmiştir. Sabırla bekleyeceğiz.