Geçen ayın ortalarında İstanbul bağımsız milletvekili Ahmet Tan ile Ankara’daydık. Kırkbeş yıl önce ben bu şehirde bir günlük gazetenin Başbakanlık, Dış İşleri Bakanlığı ve Parlemento muhabirliğini çok kısa bir süre için üstlenmiş, az bir zaman sonra bırakmıştım.
Ancak o çok kısa zaman içinde devletin işleyişi, devlet adamlarının profili ve Ankara şehrinin tarihteki yeri konularında sanki gökten inmiş gibi bilgiler edinmiş, o bilgi denen şeyleri veya parça buçuk izlenimleri, yarım asra yakın korumayı başarmıştım.
Belleğimden ziyade ruhumda benekler halinde yaşayan bu izlenimlerin bu gün hangi noktalarda bulunduğunu, eğer bunlar mayalanmışsa nasıl ve ne çeşit bir maya tutturduğunu anlamak istedim. Bir Konya ziyaretini Kuzeye doğru uzatarak Ankara’ya gittim.
Hacı Bektaş Veli hazretlerinin Horasan’dan Anadolu’ya göçtüğünde bir güvercin kılığına girerek Sulucakarahöyüğe yakın bir yerde, bir kayanın üzerine konması ve “Rum’un erlerine elense çekmesi” gibi bu fakir kulunuz da sayın Gülden Arbaş’ın kullandığı araba ile Gölbaşına vardığımızda; Ankara’nın ufkuna gözlerimi dikerek durumu anlamaya çalıştım. Acaba bu şehir kırkbeş yılda nereye geldi ?
Yıllar öncesinin Ankara’sı 27 mayıs askeri darbesinden yeni çıkmıştı. Darbecilerin o zaman “devrim” adını verdikleri darbenin üzerinden beş yıl geçmiş, devlet bu beş yıl içinde yeniden şekillenmeye yüz tutmuştu. Ancak darbecilerin girişimleri ile devletin temel kuruluş potansiyeli üzerinde oyunlar oynanıyordu. Temel siyasi yapıda yer almayan kurumlar icat ediliyor, mevcut Anayasa hukukunun derin kökleri araştırılmadan sanal anayasalar yapılıyordu. Sağduyu ve vicdana dayanan "oy" sistemi rafa kaldırılıyor, eksik, yanlış ve dayatmacı bilgilere dayanan "oylama" kavramı geliştiriliyordu. Kötü niyetli olmayan fakat her askeri müdahalenin yapısında mevcut çelişkiler, zor şartlarda kurulmuş nazik yapıyı temelden çatıya sarsıyordu.
Kadrolar değişiyordu. Eski deneyimli insanların yerine yeniler geliyordu. Devletin kurulduğu günden beri ardı arkası kesilmeyen; bu gün de süregelen rejim ve sistem arayışları, bütün hızı ile devam ediyordu. Cumhuriyet yenileniyordu… Ve tabii yeni insanlara gerek duyuluyordu.
** Ankara’**ya girerken bir isim aklıma takıldı: O zamanın Meclis başkanı Ferruh Bozbeyli… İçimden Ankara'da bir tek O'nunla görüşme isteği geldi. Onunla görüşmeliydim. Ahmet Tan iki gün sonra bilgi verdi: Ferruh bey Ankara’nın dışında villasında oturuyordu. Randevu alıp gittik. Bizi gülerek evinin kapısında karşıladı. Hiç de ihtiyar görünmüyordu.
Hatırladığım kadarıyla Ferruh Bozbeyli erdemli bir insandı. Başkan olduğu yıllarda adı hiçbir kötülüğe karışmamıştı. Hakkında hiçbir dedikodu çıkmamıştı. Herkesin oy birliği ile dürüst olduğuna karar verdiği bir kişiydi. Başında bulunduğu **Meclis'**e yakışan bir insandı. Meclisin asalet ve şerefi’nin canlı örneğiydi. Belki Cumhuriyet tarihinde eşine ender rastlanacak bir Meclis başkanıydı. Ahmet Cevdet Paşa, Mehmet Emin Âli Paşa veya Keçecizade Fuat Paşa gibi eski çağların adı efsanelere karışmış büyük ve şanlı devlet adamlarına benziyordu.
Altmışlı yılların Türkiye Büyük Millet Meclisi’nın başkanı Ferruh Bozbeyli şu yaşadığımız günler için dahi Ankara’da üstün değer taşıyan bir devlet büyüğümüzdür. O hayatta kaldığı sürece son Türk devletinin manen Meclis başkanıdır. O belki de Ankara’nın son erdemlisi, Kamu hukukundan fire vermiş, ammenin hakları gölgelenmiş**, varoluş sebebi askıya alınmış, bezirgan devleti şekline sokulmuş “ticaret şirketi” düzeyine indirgenmiş, dünyaya egemen büyük devletlerin ezici girdabında yolunu şaşırmış, ilkel ve kültürsüz bir yönetici sınıfın eline düşmüş,** halkının sesi kısılmış, siyasi temsilde %17’lere kadar inerek en alt düzeyde yaya kalmış bir devletin düzeni içinde “erdemin son damlasıdır”…
**Rabbim Ferruh Bozbeyli’**ye ve ona benzeyecek devlet erkanına uzun ömürler ihsan etsin. Bu istek devletin bekâsı için faydalı ve luzumludur.