_Kaptanın Seyir defteri_Â 12 kasım 2008 çarşamba
Akşamüstü yine **bitpazarı’**na yolumuz düştü. Vakit oldukça ilerlemişti, kış geldi diye saatlerle oynadılar ya, hava erken kararıyor. Gitsek mi ? gitmesek mi ? derken e-5’te bulduk kendimizi. **Kia’**yi yine Amed kullanıyor. Pazara vardığımızda ortalık toplanıyordu. Operasyonun hızı kesilmiş, hırslar sona ermiş, alış verişÂ şamatası dinmişti. Ãstü kapalı, hangar gibi koca bir yer burası, yüksek tavanda neon ışıkları var ama belediye daha yakmamış… Karanlıklarda dolaşarak işe yarar bir şeyler bulmaya çalışıyoruz.
Tam herkes tezgahını toplarken ışıklar yandı. Biri düğmeyi vaktinde çevirmeyi unutmuş. Ãyledir, aydınlık sürerken karanlığı, karanlık basınca da aydınlığı unuturuz. Kışın kalın kazak giyeriz yaz gelince sırtımızda kalır, yazın ince gömlek giyer, kışın da onu unuturuz… Ben ağustos ayında sırtı kazaklı çok adam gördüm. Kışın ince gömlekle gezeni de… Bunlar bizim yaşam sırları.
Pazarın girişinde bir sandık gördüm. Yaklaşarak baktım. Ãzeri kararmış bir deri ile kaplı, ince ahşap kuşakları, sarı pirinç düğme ve kilitleri var. Düğmeler eksik, kilitler kırık. Deri kaplama yer yer yırtılmış altından tahta görünüyor. Sandığın boyutları çarpıcı. Bu sandıklar evlerimizi Batı usulü dolaplar, konsollar, hele şimdi çekyat, it otur faciaları doldurmadan önce en önde gelen kullanım araçlarımızdı. Bizim neyzen **Fakıh Kademoğlu’**nun amcası “Sandık Kültürü” üzerine koskoca bir kitap yazdı.
Gözlerim sandığa, aklım bir yerlere takılmaya başladı. Bu sandık Gürcü sandığı olabilir miydi ? Ãevre köyler Gürcülerle doluydu. Bunların çoğu 1876-77 Türk Rus savaşının mağduru, yüz elli yıllık göçmen ailelerdi. Acaba bu sandık Sochi veya Batum’dan gelmiş olabilir miydi ? Kaç devir ? kaç yol ? kaç nesil görmüştü ? Sandıkla konuşmaya başlamıştım. Açıldıkça açılıyordu.
Zavallı çürümüş deri, kurtlu tahta bana bir şeyler anlatmaya çalışıyordu. Algılarım sandıktan yükselen nâmelerle bir türlü buluşmuyordu. Kafam Haçlı seferlerine kadar gitmişti, sanki bu sandık **Godefroy de Bouillon’**un sandığıydı. Antikacılık böyledir. Adam bir defa kapılmaya görsün, yüzlerce yılın yaşam şeridi bir anda şimşekler gibi kafasına dolar da ucu paraya dayanır ve sonunda cılız cüzdanları deler geçer…
Daldığım rüyadan sıyrılıp sordum: -Kaç para bu ? -Altmış milyon… Amed atıldı: -Yirmi milyon. Amed’in arkadaşı Aykut konuştu: -Beş milyon… Milyon unutulalı iki sene var, bunlar hâlâ milyon diyorlar… Satıcı kızdı: -Ben altmış diyorum, siz beş diyorsunuz… -Haydi 25 olsun… -Al git…
Ãocuklar itiraz ettiler: -Hocam sandık arabaya sığmaz, nereye koyacaksın ? Doğru…hiç düşünmemiştim…Yürüyerek gittik, dönüp dönüp sandığa baktım… Uzaklaştıkça sesi soğu kesilmişti…. Acaba ne oldu ?
Bitpazarından ayrılırken karanlık iyiden iyiye çökmüştü. Gökyüzünde mehtap vardı… Aslında biz bu gece mehtaba bakmaya Kerpe’ye gidecektik. Kerpe’deki kayalıklarda her mehtapta mangal yapmak huyumuzdur. Yine aynı kararla yola çıkmış ama güzergahta yer alan Bitpazarına uğramıştık. Hava bulutluydu. Ay bir görünüp bir kayboluyordu. Bir ara karar değiştirir gibi olduk ama vaz geçtik, çevirdik arabanın burnunu Kandıra yoluna…Â
  Kerpe Kandıraya yirmi km. kuzeyde şirin bir Karadeniz kasabamızdır. Girintili çıkıntılı kayalıkları ve korumalı kumsalı ile meşhurdur. Ben Kerpe’ye ilk defa on yedi yıl önce gitmiştim. Gecenin bir karanlık zamanında kayalıkları zar zor görebildiğimde şaşkına dönmüştüm. Kayalıklar sanki insan eliyle yapılmış bir liman ve şimdi harap olmuş bir kale gibiydi. Dalgalar vurdukça taşların arasından, oyuklardan devamlı akan suların çıkardığı şırıltılar, fışırtılar sessizlikte yankılanıyordu. İnsan sesine benzer karışık sesler geliyordu kulaklarıma. O sesleri yıllarca unutamamıştım. Eskiden Yunanlılar bunları duyunca Tanrı sesi zannederlermiş…Tanrı'larla iç içe yaşarlardı ya... Balık ayaklı çapkın Triton deniz tanrısı... istiridye kabuğundan bir borusu vardı, fırtınalı havalarda onu çalardı.
                                                                                                 Â
            Bak nasıl yükseliyor Proseus denizden…             Dinle… yaşlı Triton borusunu çalıyor…
Kerpe’ye geçen yazlarda hemen her hafta birkaç defa gidiyorduk. Bu yaz olmadı. Kasabaya vardığımızda vakit ilerlemişti. Hiçbir evden ışık sızmıyordu. Ortalıkta kimseler yoktu. Sadece Jandarma karakolu ışıklıydı. Biraz ürperek geçtik karakolun yanından. Bizden kuşkulanabilirdi. Gece yarısı bu anlamsız ziyaretin masumiyetini merak edebilirlerdi... “Mehtaba bakmaya geldik” de diyemezdik ya… neuzubillah.
 Â
Ãocuklar ateşi çabuk yaktılar. Mangal kısa zamanda hızını aldı… Battaniyelere sarılarak başına çöreklendik… Mükemmel bir mangal safası son zamanda fakire nasip oldu. Amed’e sordum: -Karadeniz’in eski adını biliyo musun ? -Hayır ! -Propontis…. Eski zaman insanları “Propontis” derlermiş… -Bana ne eski zaman insanlarından…
Amed eski zamanı hiç sevmez. “Eski zaman” diyene kızar… O şimdiki zamana gözünü dikmiştir. Ben ise ikide bir “eski zaman” diyorum… Başını çeviriyor.
Sapanca’ya döndüğümüzde yeni bir gün’ün ilk saatleri başlıyordu. İlginçtir. Biz sabah güneş doğmadan “yeni bir gün başladı” demeyiz. Halbuki gün, gece 1’de başlar… Bunu da Amed’e anlatamadım. Bir de “takip” meselesi var: gece mi gündüzü takip eder ? gündüz mü geceyi kovalar ? İşte bunu ben de bilmiyorum. Bilen varsa söylesin    Â