Sabah treni beni öğle üzeri Haydarpaşa’ya indirdi. İskele’de gemi var, bindik. âKaraköy diye bağırıyorlar, halbuki gemi’nin burnu Karaköy’e değil de Kadıköy’e baktığı için bazı yolcular â**Bu Karaköy’**e mi gidiyor ? diye soruyorlar, Kapıları açan iskele memuru âÃnce Kadıköy’e sonra Karaköy’e gidecek, diye sinirli sinirli anlatmaya çalışıyor. Anlamıyorlar… yürüyüp gidiyorlar, arkadan gelenler yine aynı şeyi soruyor… Adamı kenara çektim âBak kardeşim dedim, ben bu Kadıköy’de elli dört yıl oturdum, hiçbir idare, Karaköy’den kalkıp Kadıköy’e gelen, sonra geri dönen vapur; yolun yarısındaki Haydarpaşa iskelesine gelirken mi uğrasın ? dönerken mi uğrasın ? sorununu halledemedi.
Beşer onar yıl ara ile öncekinin tersi yapıldı, şimdi birkaç yıldır “önce Haydarpaşa’ya uğrasın sonra Kadıköy’e gitsin” siyaseti uygulanıyor, Gelecek yıl değişecek, vapurlar önce Kadıköy’e gidecek dönerken Haydarpaşa’ya uğrayacak, sonra yine değişecek, kendini sıkma, gülüver gitsin… Ne kendini üz, ne vatandaşı, bunlar İstanbul’un denizli karalı yaşamının çapakları… İstanbul’un yönetimi bir gün İstanbullu’ların eline geçerse düzelir.
Gemi az sonra çımayı çözüp Kadıköy’e doğru süzüldü. İskeleye yanaşınca önceki izahatı umursamayan bir kısım yolcular sordular:
âBurası Karaköy mü ?
âHayır…Kadıköy.
âBiraz önce Karaköy dediler ya…
âOÂ sonraki iskele… burası Kadıköy. Haydi bir kavga da burada… Bazı yaşlı yolcular Anadolu’dan gelen ve belki de ilk defa deniz gören; ne Karaköy’ü, ne Kadıköy’ü bilmeyen ve vapuru otobüs zanneden yolculara işi anlatmaya çalışırken ortada dolaşan gazozcudan bir liraya bir şişe portakal suyu alıp içtim. Vapur yeniden denize açıldı.
Birkaç dakika sonra gemi Karaköy iskelesine yanaşmak üzere sahile yaklaşırken rıhtımda sıra dağlar gibi dizilmiş “turis” gemileri gözüme çarptı. Ama Allahım! Belgrad kalesine benzer gemiler, bir tanesinin boyu Galata kulesini geçiyor, gökdelen gibi gemi. Kat kat say bitmiyor. Åekli uğursuz, estetiği bozuk, salınımı düzensiz. Gemi değil su aygırı…O mubarek hayvan bile bundan daha yakışıklı. Limanı kirletiyor. Bu nasıl dik duruyor ? Rüzgar kuvvetlense yan yatacak. Ne direği var, ne bacası. Deniz üzerinde bir ucube, altındaki bin çeşit mahlukatın en çelimsizinden daha şekilsiz. Bunun çalışan kalabalığı Anadolu’da bir vilayet eder. Aşçıbaşı kaptandan daha kıdemli olmalı ki, onca halklı doyursun…
Gemimiz halatı bağladığında rıhtımda duran en öndeki gemiye bir göz attım, gördüğüme inanamadım. Geminin burnuna bir çift dudak resmi yapmışlar… Tekrar tekrar baktım… Evet ! bir çift dudak; yanlış değil. Ãnce uzaktan resmini çektim sonra rıhtımda yürüyüp yanına kadar yaklaştım. Dudağın dibine vardım, oradakilere sordum âBu ne resmi ? Hepsi baktı âDudak dediler.
Düşümdüm bunlar fuhuş gemisi, tabii ki önünde dudak resmi olacak, Akşam dönerken olayı öğrenen Zeyrekli Ertuğrul dedi ki: âBunun arkasında yakışan bir resim daha olmalı… Utancımdan gidip bakamadım. Dostlar ! şaşılacak bir şey yok. Kuzey’den Güney’e, Doğu’dan Batı’ya tüm çevremiz fuhuş gemileri ile dolu. Her yer fuhuş kaynıyor. Fuhuş, bu yörede yaygın ve saygın bir endüstri oldu. Avrupa’nın tüm orta yaşlı, işin sonuna gelmiş, gözleri süzgün, bacakları düzgün, neş’esi yerinde, parası cebinde aygın ve baygın madamaları, şen dulları durmadan  Türkiye’nin Güney sahillerine, kelebek avlar gibi jigolo avına geliyorlar.Jigolo safarisi, cazibesine dayanılmaz av partisi…
Onların ardından her yıl “Büyük Türk Jigoloları” sahillere akın ediyor. Hürriyet gazetesi, ünü cıhanı sarmış, bir Türk jigolosunun anılarını yayınladı. İşin bir başka acıklı yönü de alnımızın akı gibi tertemiz maaşlarımız, bu yıllarda  içine fuhuş parası karışmış bütçelerden ödeniyor.
Geminin yanından ayrılıp Yer altı Camii’ne doğru yürüdüm. Camiin önündeki, parkta saçı sakalı karışmış kimsesiz bir vatandaş tahta sıranın üzerinde uyuyordu. Yüzünde huzur ve mutluluk sezdim, fuhuş gemisine girse bu kadar rahat olmayabilirdi, üstelik o gemi onu kirletirdi. Åerefli bir adam olduğunu düşündüm.
İkindi ezanına az bir zaman vardı, Camiye girdim doğruca Süfyan ibni Ãbeyne’nin yanına… Bu zat eski adıyla “Kurşunlu Mahzen” denen bu Camide yatan üç Sahabe’den biridir, merkad-i mubarekeleri Deniz yönünden girildikte sol tarafa rastlıyor. Cami’ye bitişik kubbeli ayrı bir türbesi, sandukası ve su kuyusu var. Son zamanda tamir ettiler, temiz ve bakımlı. Sahabeler’le ilgili ve bazı mukaddes emanetlerin resimlerini duvarlara asmış, bilgi vermişler. Burası küçük bir “Sahabe Müzesi” olmuş.
Ziyaretten sonra biraz daha kaldım. Her şey çok iyi, her yer çok temiz  ama sandukanın üzerine şekilsiz bir cam bölme yapılmış, biraz mobilyacı dükkanına benziyor. Böyle nâzik yerlere fazla dokunmaya gelmiyor. Eski harap ve loş ışıklı zamanını heyecanla hatırladım. Başta Sahabenin parlayan yıldızı Eyyüb’ül Ensarî olmak üzere İstanbul’da yatan 28 kutlu Sahabenin her biri için vaktiyle ismi bilinmez bir şair dörtlükler hazırlamış, Hz. Süfyan ibni, Ãbeyne için söylenen dörtlük şöyle:
                                    “Cürm-ü isyanla deyre
                                       Aman Süfyan bin Ubeyne                                       Bunca hattım germâbına                                        Åefaate ir gör bizi”
Yer altı Camiinde yatan diğer iki Sahabe “Amr ibn ül As” ve “Vehb ibni Huşeyre”. İlki için söylenen dörtlük şu:
                                      “Galata fâtihleri eşhas                                        Ya hazreti Amr ibn ül As
                                         Kurşunlu Mahzen sizlere has
                                         Åefaate irgör bizi”
Vehb ibni Huşeyre için ise meçhul şair şunları söylemiş:
                                       “Bais oldun nice hayre                                           Dâhilek Vehb ibni Hüşeyre                                          Bizi muhtaç etme gayre                                          Åefaate irgör bizi”
İslam’ın büyük ismi müceddid-i elf-i sâni Hz. İmam Rabbani’ye Sahabeleri sormuşlar. Hz. şöyle cevap vermiş: “Siz onları görseydiniz, deli derdiniz, onlar sizi görseydi, size Müslüman demezlerdi” İstanbul’daki Sahabeler hakkında uzun yıllar önce hazırladığım bir kitaba, fakir acizâne şu hükümleri eklemiştim: “Bütün insanlık tarihinde Eshab-ı kiram kadar muazzez, yüksek, nâzik, edepli, kahraman, vefalı, dürüst ve kâmil bir topluluk görülmemiştir.” Â
Yer altı Camii ziyaretini, bu makamda altmış dört yıl hizmet eden Hocam, üstadım, efendim, **Ãsküdarlı Ali Efendi’**nin temiz ruhuna Fatihalar göndererek bitirdim. Nur içinde yatsın. Sordum, bilen kalmamış. Nasıl kalsın ki ? Hoca göçeli otuz iki yıl oldu.
Â
Kurşunlu Mahzenden çıkarken Deniz kapısını değil, Necati Bey Caddesi, tarafındaki kapıyı tercih ettim. “fuhuş gemisini” tekrar görmemek için… İnşallah palamarı toplayıp gitmiştir. O mendebur “nefsi emmare gemisi” Â bu makamın yanına yakışmıyordu.
İstanbul’daki diğer sahabeler hakkında bilgi almak isteyenler, Hocam rahmetli Prof. Süheyl Ãnver’in Ayvansaraylı Hüseyin Efendi Mecmuasına dayanarak kaleme aldığı ve 1953’te yayınlanan “İstanbul’da Sahabe Kabirleri” başlıklı kitabına müracaat edebilirler. Â