Biri bana –Niyazî Sayın’la tanışıyormusun ? dedi. Cevap vermedim, hafifçe güldüm. Anladı mı acaba ? Keşke bu kişi, bana bu soruyu sormadan önce, fakirin yarım yüzyıllık yaşam öyküsü hakkında bilgi sahibi olsaydı. O zaman böyle bir sorunun anlamsızlığı ortaya çıkabilirdi. Ve bu insan, o sorusu ile beni derinden yaraladığını fark edebilirdi.
Bana birisi Niyazî Sayın’ı soracağına –Yaşıyor musun ? diye bir soru sorsaydı, daha iyi olurdu. Çünkü benim yarım yüzyıllık yaşantımın başlangıcıdır Niyazî Sayın. Ben bu yörede Niyazi Sayın’la gözümü açtım. İstanbul’un ve özellikle Üsküdar’ın şimdi sislenmiş ruh iklimine, Niyazî Sayın’la adım attım. Bu konuya burada değinmek bana utanç veriyor. Çok yüce, çok, derin, çok değerli bir konudur bu. Pek Uluorta konuşulmaz.
Onu ilk defa ellili yılların başında İstanbul Radyosu’ndan yükselen ney taksimleri ile tanıdım. O yıllarda TRT yoktu. Beyoğlu’nda Büyük Postahane’nin üzerinde yayınlara başlayan İstanbul Radyosu, 1948’de yapılan şimdiki binasına taşınmış ve Ankara **radyosu’**nun çelimsiz sadasının yanında Mahrusa-i İstanbul’un gür sesi olmuştu. O yıllarda yıkılan İmparatorluk kültürünün eski başkentte yaşayan son temsilcileri, başta müzikle uğraşanları olmak üzere tümü o kuruluşun çevresinde toplanmışlardı. Sanki İstanbul Radyosu farkına varmadığı bir misyonla doluydu.
Bu gün ana stüdyo’nun kapısında adı görülen, Tanburî Cemil Bey’in oğlu Mes’ut Cemil’in başını çektiği bir grup insan, bu Radyo istasyonunu, dağılmış bir kültür mirasının son kalesi olarak ayakta tutmaya çalışıyordu. Halkın yanlışlıkla Doğucu’larla Batıcı’lar olarak adlandırdığı iki coğrafyanın en değerli insanları burada iç içe yaşıyorlardı. Bir büyük tanbur ustasının devamı Mes’ut Cemil ile Osmanlı’nın son yüzyılında gelişmiş Batı tarzı musikinin, Muhiddin Sadak, Cemal Reşit Rey gibi efsane isimleri her gün aynı koridorlarda, odalarda karşılaşır derin müzik sohbetleri yaparlardı. Stüdyolarda hazırlanan ve halka ulaştırılan yayın, bu binadaki müzik faaliyetinin pek ufak bir parçasıydı.
Niyazî Sayın bu ocakta yetişti. Ancak O’nun bir başka temel direği daha vardı: Üsküdar’da Sultantepe’de Özbekler Tekkesi… Milli Mücadele tarihinde adını duyurmuş bu Dergah, o sırada cemaatini kaybetmemişti. Yine toplantılar yapılıyor, Mesçit’te namazlar kılınıyor, Evrad’lar, Mevlut’lar ve Silsile-i Nakşiyye-i Halidiyye okunuyor, Hatimler indiriliyor, Hatme Hace taşları torbalarından çıkarılıp gözü yaşlı ihvana dağıtılıyordu. Muharrem ayının onunda aşureler pişiyor, Kandil geceleri çerağlar yanıyordu. Tek bir fark vardı: Asırlık Vakıflar dağılmış, **Laik Devlet’**ten tahsisat kesilmiş, masraflara katılan gönüllüler en ganîsinden en fukarasına kadar keselerinin ağzını açmışlardı. Dergah devam ediyordu.
Niyazî Sayın bu Dergah’ta başta İskele Camii imamı Nafiz Amca, Eşref Ede, Süleyman Erguner, Yer altı Camii imamı Ali Üsküdarlı olmak üzere o çağın tüm gönül ehlini tanıdı. Şeyh Necmeddin, Ebrucu Mustafa ve daha pek çokları onun gönül hazinesinin önderleri oldular…Niyazî Sayın’ın musikî zevki büyük ölçüde Ali Üsküdarlı Hoca’ya dayanır.
Niyazî Sayın’ın ney’de başlıca kaynağı Resim Heykel Müzesi’nin o zamanki müdürü ressam Halil Dikmen’dir. Meşki Galata Mevlevîhânesi Neyzenbaşısı Emin Dede’den gelen Halil Dikmen, çağının en büyük neyzeniydi. Şah ney’den başkasını üflemezmiş. Ben tanımak şerefine ulaşamadım, ama pek az olan kayıtlarının tümünü dinledim. O bir şahikaydı.
Beni Özbek şeyhi ile tanıştıran Niyazî Sayın, o yıllarda Stüdyo’da taksim ederken saz arkadaşlarının nasıl olup ta kendilerini yerden yere atmadıklarını hep merak eder dururdum. Birkaç yıl sonra ben de o çevreye girdiğimde işlerin aslını öğrendim. Şimdi emekli oldum. Oralardan uzaklaştım. Aradan zaman geçti. Yine merak etmeye başladım. Acaba İnsanlar o zaman o ney sesini duyduklarında**, neler** hissedelerdi. Şimdi neredeler ? Hoşçakalınız.