Â
Bu gün 29 mart cumartesi, Saat 9.40 treni beni **İstanbul’**a getirdi. Haydarbaşa’dan vapura bindiğimde saatler bire yaklaşıyordu. Gemi önce Kadıköy’e uğradı, sonra Karaköy’e yöneldi. Selimiye **kışlası’**nın önünden geçerken gözlerime inanamadım, sahilde Eyfel Kulesi kadar göğe uzanan bir bayrak direğinin üzerinde muazzam bir Türk bayrağı sallanıyordu. Son zamanlarda gittikçe daha büyük bayraklar ve daha yüksek bayrak direkleri yaptıklarınıÂ fark ediyordum ama hiç bu kadar yükseğini görmemiştim.
Gözlerimde “paralaks” bozukluğu mu var ? derken, dikkat ettim, fon görüntüleri ile bayrak direğinin oranlarını düşündüm, bir eksiklik olmadığını fark ettim. Bayrak ve direk gerçekten devâsâ bir şeydi. Direğin ucunda şanlı bayrağımız tüm haşmetiyle dalgalanıyor, gelen geçene posta koyuyordu. Uçaklar çarpmasın diye acaba ucuna kırmızı lamba da koymuşlar mıydı ? Bence orada hava trafiği sorunu vardı. Ya ip koparsa, nasıl bağlanacaktı ? direğin üzerine kim ? nasıl tırmanacaktı ? Herhalde helikopter kullanacaklardı. **Gemi Kışla'**nın önünden süzülüp uzaklaşırken Bayrağımızı yürekten selamladım.Â
Bayrağın bulunduğu yerde, 1853-1856 Kırım harbinde yaralanarak Selimiye’de ölen İngilizlerin gömülü olduğu Haydarpaşa İngiliz Askerî Mezarlığı ve Kraliçe Viktorya Anıtı vardır, denizden pek görülmez. Bir ara fark ettim. Zavallı anıt göğe ser çekmiş Türk Bayrağının yanında, pek ufak, pek çelimsiz, pek biçâre kalmıştı.
Sarayburnu’na yaklaşırken yüreğim yine cız etti. Deniz altından yapılan tunel projesi dolayısıyle su üzerine bırakılan şamandraların arasında yolcu vapurları svalon yapıyordu. Büyük kazalara gebe bu bölgeden geçerken bildiğim bütün duaları sıraladım. Galatasaray’da bir arkadaşım vardı, Kadıköy’de otururdu. altmışlı yıllarda Moda’da Lozan Kulübü’nde şarkı söylerdi, Karaköy’den gemiye bindiğinde hiç yan taraftaki açık yerde oturmazdı “gemi çarpar” derdi, bir gün oturdu, o gün gemi çarptı çocuk öldü.
Ãğleden sonranın başlangıç saatlerinde Galatasaray’da Aslı Han’da sahaf Halil bey’in dükkanına vardım. Orada her cumartesi günü gazeteci Murat Ãulcu’nun başını çektiği bir sohbet toplantısı oluşur, yıllardır sürer gider… Murat benden geçen hafta **Birinci Dünya savaşı’**nda Galiçya Cephesinde Ruslarla savaşan Türk askerlerinin ve subaylarının resimlerini istemişti, yanımda getirmiştim verdim, yine rahat durmadı bu sefer Tepedelenli Ali Paşa’nın kitabını istiyor. âBende yok, diyorum, dinlemiyor…âBul  diyor. Nereden bulacağımı söylemiyor.
Aslıhan’dan ayrılıp Hasnûn Galip Sokağında Simurg kitabevi’ne vardığımda vakit akşama doğruydu. Burada Musevî bir arkadaşıma rastladım. O da bana “tasavvuf” dedi. Aramızda şu konuşma geçti:
âMusevî Â olduğuna göre “Kabala” okumalısın, tasavvuftan sana ne ? Â Â
âBen  her şeyi araştırıyorum.
âBöyle şeyler araştırmakla öğrenilmez, içine düşmen gerek, Madem ki Musevî’sin  içine düşeceğin şey “Kabala” olmalıdır. İçine düşmezsen, ben ne kadar “kabala” biliyorsam sen de ancak o kadar tasavvuf öğrenirsin. Boş ver tasavvufu da “Kabalaya” yönel. Zaten o da sizin tasavvufunuz değil mi ?
âEvet ama kabala beni sarmıyor.
âO senin eksikliğin… Bekle biraz, her şeyin vakti saati var,
âNe zaman ? ben hep O’nu arıyorum anladın mı ?
âAnladım, sen O’nu arayamazsın, O seni arayacak. Yöntem böyle… Â
Simurg’tan çıktığımda zaman bir hayli ilerlemişti. Yine aynı deniz yolundan tren istasyonuna vardım. Gecenin karanlığı daha da ürkütücü oluyor. Sağ salim Haydarpaşa’ya çıkınca karayı öptüm. Adapazarı ekspresi 3. yolda dediler.
İndirimli bilet beş lira yetmiş beş kuruş. Â