Montesquieu (1689-1755)
Taraf tutmadan gerçekleri söyleyebilirmisiniz ? … eskiden olmazdı şimdi mümkündür. Kuvvetler ayrılığı prensibi yani Yasama, Yürütme ve Yargının ayrılması hikayesi eskidir. Bu Ülkede **Osmanlı’**dan bu yana iki yüz yıldır tartışılan bir konudur. Tartışma Cumhuriyet’te de devam etmiştir.Hâlâ ediyor…Buna eskiler “tefrik-i kuvva" demişler, yani “kuvvetler ayrılığı" ve ilave etmişler: “teşri, icra kaza"… Şimdi “Yasama, Yürütme ve Yargı diyorlar.
Okulda öğretirler: devletin gücü üç esas üzerinde yükselir: Yasama, Yürütme ve Yargı. Egemen bir devlet yasa ve buyruk çıkarır. Bu yasayı uygular, uymayanlara ceza verir. İşte bu kadar... Ancak Yasa’yı çıkaran kendi uygulayamaz onu uygulayacak bir uzman kuruluşa devreder, yani polislere, bu uygulamaya uymayanları da yargılayamaz, onu da uzmanlar yani yargıçlar üstlenirler. Her üç konu da uzmanlık işidir. Uzmanlar birbirlerinin işine karıştığında kıyamet kopar, düzen bozulur sil baştan olur, vakit kaybına kamu hukukunun zarar görmesine yol açar. Bu modern devlettir.
Bunun tersi ilkelliktir. Kabile düzenidir, aşiret hukukudur. Geri bir iştir. Kaba güç anlayışıdır. Yontulmamış tabiat düzenidir. Gelişmemiş vahşî hayat tarzıdır. İleri Kamu yaşamına aykırıdır. Aşiretlerde reis kanun koyar, uygular, uymayana ceza verir. Her işi kendi yapar, bazen de yanlış yapar. Tartışılmamış bir kanun ve ona dayalı tartışılmamış bir yürütme ve sonunda tartışmaya açık olmayan bir yargı “zulüm" demektir. İnsanlar bundan çile çekerler. Hayatları söner. Başlarlar hukuksuz yaşamaya…Hukuk kamusaldır, herkes kendisi hukuk koyamaz…
İnsanlar her üç kuvvetin de birbirinden bağımsız olduğunda güç kazandığına ve bu üç kuvvetin devlet erkinin sacayağı olduğu fikrine çok zor ulaşmışlardır. Mağara devrinden beri topluluk halinde yaşamanın güven verdiğini görmüşler, ancak bazen topluca karar vermede zorluk yaşandığına, karar verme gücüne sahip bir şefin çevresinde toplanmışlardır. Sonra şeflerin yerine parlamentolar kurulmuştur. Buna devlet deniyor…
Kuvvetler ayrılığı prensibine ilk İngilizler ulaşmışlar ve bunu anayasalarına geleneksel olarak koymuşlardı. Denizin öbür kıyısında Amerikalılar, devletlerini kurarken, anayasa lazım olmuş, kökenleri Anglo- Sakson kültürüne dayandığına, İngiliz Anayasasına başvurmuşlardı. İngiliz Anayasası ise yazılı değildi… Ortada Fransız düşünür Montesquieu’nün **Londra’**da bulunduğu sırada yazdığı metinleri var, onlar esas kabul edilmişti. Ne var ki Montesquieu Londra’da kız kardeşinin evinde on iki gün kaldığı için İngiliz Anayasasını fazla inceleme fırsatı bulamamıştı. Kuvvetler ayrılığı prensibi aslında “hem ayrı hem beraber" acaip bir prensip olarak karşısına çıkmış, henüz gelenekten yazıya geçmemiş ve olgunlaşmamış olan bu prensibi Montesquieu pek anlayamamıştı.
Amerikan anayasasında Kuvvetler ayrılığının ismi kondu ama olay Montesquieu’nun eksik anlayışından ileri geçemedi…Yasama yürütmeye karışıyor, yürütme yargıya çelme takıyordu. Bu olay devam etmektedir. Dünyada pek çok parlemento’da milletvekilleri kendi çıkarları doğrultusunda çıkardıkları yasaları bizzat takip etmekte, polise fazla güvenmemektedirler. Polisler de yakaladıkları suçluların yargıda serbest kalmalarından şikayet ederek onlara kendi kafalarına göre ceza vermekte bu tutum sonu gelmez işkence iddialarına yol açmaktadır.
**Türkiye’**de rahmetli **Adnan Menderes’**in başını yiyen ve onu meş’um sonuca ulaştıran nedenlerden biri de “Tahkikat komisyonu" konusuydu. Menderes devrinin sonlarında bazı milletvekileri bellerine tabanca takarak polis görevine soyunmuşlar ve suçlu saydıkları muhaliflerini bire bir sorgulamaya başlamışlardı. Kuvvetler ayrılığı prensibinin en hazin macerasını biz o zaman yaşamıştık. Menderes’in Cumhuriyet Savcılarına emirname göndermesi de bu kargaşanın bir sonucuydu. Şükürler olsun bu devirler gerilerde kaldı.
Yakın zamanda bu davranışı bazı milletvekilleri yeniden denediklerinde, bir gecekondu bölgesinde halk onlara “Siz kendi suçlarınıza bakın… “diye bağırmışlardı. Bu bir gelişmeydi.
Kuvvetler ayrılığı prensibi bir Anayasa konusudur. Devlet kademesinde bir olgunluğun işaretidir. Bu olgunluk her kanun arayışında olduğu gibi halkın vicdanında mayalanıp oradan yola çıkmak zorundadır. Bir takım profesörlerin, siyasetçilerin, bürokratların kotarması ile anayasa düzenlenirse o düzen “sınıfsal"ve siyasî bir düzen olur, tutmaz, bir süre sonra işe yaramaz… siyaset değiştiğinde o da yok olur, sonra yenisi aranır. Siyasî anayasa belirli bir zamanda belirli bir etkiye dayalı tepki düzenidir. Tepkinin şiddetiyle söz konusu etki silinip yok olduğunda, tepkinin de değeri kalmaz.
Bizim Sapanca’daki evin iki sokak aşağısında Anayasa yapıyorlar. Burada bir otele girmişler, sabahlara kadar çalışıyorlar… Sonra da sauna’da eğleniyorlar. Ne yaptıklarını ? nasıl yaptıklarını ? bunların kimler olduklarını kasabada pek bilen yok ? Partiliymişler, Üniversiteliymişler, Devlete yakın adamlarmış… Bak sen…
Bunlar anayasa yapadursun şu küçücük kasabanın halkı kendi anayasasıyla mükemmel yaşıyor, ceza hukuku var, borçlar hukuku var, medenî hukuku var, miras hukuku var…. Biraz ilkel ama olsun… sizin sosyo-politik kabile kanunlarınızdan daha ileri… Burada yüz yıllık uygulamalar var. Burada ünlü 93 harbi denen 1877-78 Türk Rus savaşından kalma Kafkas göçmenlerinin devamı yaşıyor. Bunlar nesiller boyu Dağlardan getirdikleri yasalarla varlık olmuşlar. Buna bazı hallerde “Mafya" deniyor. Bu yasalar Otel Anayasası değil. Sıcak banyolar yerine yaşamın içinde, acı, çile, ızdırapla yüzyıllarca, denene denene kazanıldı, kanla ateşle yazıldı… Sizler o çeşit kalemleri tanımıyorsunuz. Tutunduğunuz Üniversite kürsülerinden iki adım atıp aşağı inseniz göreceksiniz ama… Ne yazık ki olmuyor… Ya nasip.