Â
(Hazırladığımız bir Kitap'tan)Â Â Â Â Â Â Â Â Â Â Â Â Â Â Â Â Â Â Â Â Â Â Â Â Â Â Â Â Â Â Â Â Â Â Â
İki yüz yıllık Fransız Devriminden beri dünyayı  etkisi altına alan maddeci ve dehriyyun rüzgarların sonucunda bir “lahûtî:divine: sprituel”sistemin sonsuza kadar ayakta kalması esasen beklenemezdi. Osmanlı gibi koca bir devletin temel taşlarından biri olan Mevlevîlik de böylece tarihe karıştı. Devletle birlikte doğmuştu. Onunla birlikte geçmişin anıları arasında kayboldu. Derin izler bırakarak…
Vaktiyle insanları bir araya getiren, onlara birlikte mutlu bir “manevî yaşam” önerisi sunan bu ışıklı yol, akıp giden zamanların içinde yerini başka ilgi alanlarına bırakmış ve bu bireysel farklılıkların ortasında dünya topluca değişmişti.
Mevlevîhâne’nin ilk yangınından sonra ağıt yakanlar, bu gerçeği biliyorlardı. Dergâhın bu yangından sonra beş yıl bakımsız kalmasını nedeni sadece siyasi çatışmalar, savaşlar veya ekonomik sıkıntılar olabilir miydi ? Mutlaka ulaşamadığımız, göremediğimiz başka ciddi nedenler de vardı.
Tarihsel görevini tamamlayarak yok olan Osmanlı Sistemi ve Mevlevî tarikatinden sonra Türkiye’de laik bir Cumhuriyet kuruldu. “Türk laisizminin” politik kargaşaların ötesinde özel bir niteliği vardır. Dehriyyun karışımlı bu düzenin bir ayağı “Fransız devrimine” bir ayağı fersûde “Osmanlı devlet sisteminin” çöküşüne, bir ayağı da yeni kurulan devletin “siyâsî yapısına” dayanır.
Ama bizce Türk laisizminin ana kaynakları Orta Asya’ya, Cengiz'in kıl çadırına kadar uzanır. Orta Asya steplerinde tarih boyunca birkaç dini, hakanlar eliyle, yönetim forsu, fetih ruhu, toplum örgütlenmesi veya başka birkaç işte denemiş olan Türk halkı, ezelden laiktir, ancak bu yaşlı ilkeyi yakın zamanda artı veya eksi siyâsi malzeme olarak kullanmayı başaranlar, bu gerçeği hebâ etmişlerdir.
Bu büyük titreşmenin ortasında, dalları kuruyan ama kökü hâla dipdiri canlı duran Mevlevîlik, kendine bir nefeslenme yolu arayacaktı. Derin izlerden süzülerek yeni bir kalıba dökülecekti.
Mevlevîlik artık eskisi gibi bir tarikat olmayacak, Bir kenarından herhangi bir devlet düzenine veya protokolüne tutunmayacak, sislenen inanç ve itikat sistemlerine dayanmayacak, yeni dünyada ancak bir “kültürel karakter” kazanacaktı. Bir “teklif” olacaktı. Evrensel ve yekdiğerine rakip kültürel tekliflerin arasında sadece bir “teklif”. Bu O’nun için tek kurtuluş ümidiydi.
Bu ümit ellili yılların başında bulundu. O dönemde Türk siyâsi hayatında bir çalkalanma olmuş, yapısından gizlice karşı devrim kokuları salan bir siyâsi oluşum, seçimleri kazanarak iktidar olmuştu. Rejimde sallantılar hissedildi. Hafifçe, sessizce, kimseyi ürkütmeden bir çeşit eskiye dönüş başladı.
Yeni ortamda Mevlânâ hatırlandı. O yıllarda henüz yaşayan Mevlevîler Konya’ya davet edildiler. İlk çağrılan Mevlevî son kudümzenbaşılar’dan rahmetli hocam, üstadım Sadeddin Heper oldu. Hoca Yenikapı Mevlevîhanesi son şeyhi Abdülbaki Baykara’nın ihvanı arasındaydı. Gençliğinde Yenikapı Mevlevîhânesinde, Galata ve Ãsküdar Mevlevîhânelerinde Kudüm vurmuştu.
İkinci çağrılan eski dönemin neyzenbaşılarından hattat Emin Yazıcı’nın öğrencisi emekli eczacı albay neyzen Halil Can bey’di. Ãçüncü davetli yine eski kudümzen, Vakıf uzmanı Tophane Karabaş Dergahından Åakir Ãetiner’di… Bütün bu davetlerin sahibi de o zaman “Mesnevî mütercimi” Konya Belediye başkanı değerli insan ve bilgin rahmetli Muhlis Koner’di.
Sadeddin bey Konyaya giderek davete icabet etti. Ãnceki yıllarda anma toplantıları başlamış, Konya’da bir sinema salonunda konuşmalar yapılmış, Ankara radyosu san’atçılarından rahmetli Sadi Hoşses arkadaşları ile bir konser vermiş, naat ve ayin okunmuştu.
Saddedin bey Konya görüşmelerinde toplantıların genişletilebileceğini ve bunların zamanla bir “ihtifal törenlerine” dönebileceğini hissetti. Hoca öyle her şeye kolay kolay inanmazdı.
Hoca Konya’dan İstanbul’a telefon ederek tanınmış Hafız ve mevlûdhan Kani Karaca’yı Konya’ya çağırdı. Ona daha önce naat ve âyin meşketmişti. Bu davetten sonra tüm eski tüfek Mevlevîler Konya’ya doluştular. 1954 yılında Türkiye’de ne kadar “kılıç artığı” Mevlevî varsa Konya’ya koştu.
 İstanbul’ dan eski Åeyhlerin çocukları: Mithat Baharî Beytur. Gavsi ve Resuhî Baykara, Selman Tüzün, Afyon çelebilerinden Enver Turunç Ãelebi, Semazenbaşı Ahmet Bican Kasaboğlu, Semazenler: Bahriyye’den emekli Bahir Åereftuğ, bankacı Halit bey, Manisa’dan  Demircili Mehmet Kalay Dedc, Afyonlu eski semazenler, Sivas’tan Mehmet Susamış ve çocukları, neyzenler:Hayri Tümer, Ulvi Erguner, Selâmi Bertuğ, Niyazi Sayın, Erhan Erbaş, Nida Keskin, Halilezen Osman Dede, ayinhanlar: Hulusî Gökmenli Cahit Gözkan, Ziya Akyiğit,Necdet Tanlak, İzzet Eskidemir, Kemal Ãrgüç ve daha pek çok kişi Konya’ya gitti. Bunlara sonradan Neyzenler, Arif Biçer, Aka Gündüz Kutbay katılacaktı.
İhtifalin bu ilk kadrosundan, öncelikle toplantılara hem idarî, hem onursal ve hem de Kudümzenbaşı düzeyinde başkanlık edecek olan Saddedin Heper, Åakir Ãetiner, Osman Dede, Postnişinler Gavsi ve Resuhî Baykara, semazenbaşı Ahmet Bican Kasaboğlu, Bahir Åereftuğ olmak üzere yedi kişi açık olduğu zamanlarda, Yenikapı Dergâhında görevli olmuş: Kur’ânı okunan, Gülbankı çekilen eski tarihî âyinlerde sema etmiş, kudüm ve halile vurmuş, ney üflemiş, ayin okumuş, gülbank çekmiş ve o zamanın gereği Osmanlı Vakıflar idaresinden maaş almıştı.
Görüntüye giren tabloya göre 1954 yılından sonra Konya’da kurularak bu günlere kadar gelen “Åebi ârus” Hz. Mevlânâ’yı anma törenlerinin ağırlıklı kurucu kadrosu Yenikapılı’ydı. Bu ihtifalı yarım yüzyıl önce Yenikapılı’lar kurmuştu. Bu gün gölgesi dünyaya yayılan, sadâ’sı yeryüzünde her yönden duyulan, Konya ihtifali ve yapılan semalar, okunan hatimler, çekilen gülbanklar, dualar, Huuu’lar  Yenikapılı’ların eseriydi.
Yenikapı Mevlevîhânesi son şeyhi Resûhi Baykara Londra’ya giderek “Colleck House” isimli bir kuruluşta sema öğretti. Bu grupta toplanan pek çok İngiliz, Mevlânâ’nın adını duyarak sema geleneğine girdiler. Haftalık toplantılar yaptılar. Bu toplantılar devam etmektedir.
Grup eskiden “Gurdjief”çiydi. Resûhi bey’e başvurarak sema öğrenmek isteyenler,  daha önce bu arzularını zamanın en saygın postnişini, Eyyüb Taşlıburun Sâdi Dergahı Åeyhi’nin oğlu, Bahâriye Mevlevîhânesi son şeyhi Hüseyin Fahreddin Dede’den icazetli, Mesnevîhan Mithat Baharî Beytur’a müracaat etmişlerdi. Mithat bey gençliğinde sema çıkartmıştı. Mithat bey bir yabancıya sema öğretmek için “Müslüman olması gerektiğini” ileri sürdü. Uzun görüşmeler oldu. Anlaşamadılar.
Sonradan Resûhi Baykara’ya yönelen bu istek yerine getirildi. Baykara İngilizlere aynı şartı koşmamıştı. İngiltere’ye gitti ve kadınlı erkekli semazen yetiştirdi. Yakın zamanda ilk kadın semazenler İngilizlerden çıkmıştı. Yıllar Sonra Ahmet Bican Dede’nin İstanbul’da açtığı kurslarda Åahbânû İnci isimli on üç yaşında bir kız çocuğu, babası Halit İnci ile birlikte sema çıkartmıştı.
Türkiye’de Batı müziği meraklılarının yakından bildiği bir isim vardır: Carl Orff. Bu ünlü kişi ortaçağ kilise müziklerinden derlediği pek tanınmış “Carmina Burana” isimli eserin bestekârıdır. Ben kendisini vefatından birkaç ay önce Münih’te tanıdım. O gün orada Hüseyin Fahreddin Dede’nin “Acemâşıran âyini”ni okuyacaktık. Haber almış gelmişti. Hastaydı, iki kişinin yardımı ile yürüyordu. Göz göze geldik. Bana dedi ki : “Ãmür boyu bir Mevlevî müziği dinlemeyi hayal etmiştim… kısmet bu güneymiş…”
Yenikapı Mevlevîhânesi TC Vakıflar Genel müdürlüğü tarafından yeni bir onarıma girerek 2007 yılında mükemmel bir şekilde düzenlendi. Åimdi yeni yaşamına başlayacak.
(Hazırladığımız bir kitaptan)