Sultan Reşad      Â
       Â
Otuz yedinci Osmanlı Hükümdarı Sultan Mehmet Reşad gençliğinden beri İstanbul Yenikapı Mevlevîhânesine bağlıydı. Åehzadeliğinde sık sık gelip Tekke'nin 19. Postnişini şeyh Osman Efendi ile görüşürdü. Mevlevîler arasında Reşad'ın onun izni ile “ism-i celâl” okuduğu rivayet edilirdi. Mevlevîlikte önemli bir ibadet şekli olan “ism-i celal” okuma geleneği ve adedi Nakşîlerde olduğu gibi Åeyh’in izni ve kontrolüne bağlıydı. Eğer bir şeyh müridine “İsmi Celâl” okuma izni verirse ve bu ilk esmanın Tâlibin  üzerinde hasıl edeceği tesiri, zamanlar içinde gözlerse, Tâlibi yanına almış, tarikatine kabul etmiş ve onun nisbetini onaylamış demekti.
Mevlevîlikte “evrad” yoktur. İsmi Celâl evrad yerine geçer. Bu bakımdan bizce Åeyh Osman Salahaddin Efendi’nin yoluyla geleceğin Osmanlı padişahına “Tarikat-i Aliye-yi Mevleviyye” nasip olmuştur. Bu görüşün kuşku taşımasına bence olanak yoktur. Anlatılan bazı olaylar bizi onaylayacak niteliktedir.
Son zaman **Mevlevîleri’**nin Sultan Reşad’a ait hikayeleri pek boldu. 60’lı yıllarda İstanbul’da hâlâ varlığını sürdüren eski beş Tekke’den kalma Mevlevî âileleler, Sultan Reşad’ın adı geçince toparlanır, saygı moduna geçerlerdi. O yıllarda sanki Sultan Reşat yaşıyor gibiydi. Tarikat çevresinde pek derin izler bırakmış bu asil **Hükümdar’**a, yasaklar sonrasının boynu bükük Mevlevîleri kutsal bir varlık gibi sarılmışlar, Hakk’în izniyle onun rûhâniyetine sığınmışlardı. Sanki bir “Mevlevî evliyasıydı” Sultan Reşad…
Bir ideal olmuştu. Yarım yüzyıl önce yaşamdan kopmuş olan bu isim, hâlâ aileleri topluyor, güvende tutuyor ve geleceğe hazırlıyordu. Zorluklar O’nun adıyla göğüsleniyordu. Bir mucize olacak, Sultan geri gelecek, büyük yangından sonra Tekkeyi nasıl tamir ettiyse, yine o şekilde onararak ayağa kaldıracak, iki savaş sonrasında dağılan, çözülen, parçalanan, unutulan yaşlı geleneği ihyâ edecekti. **İstanbul’**da o zaman, eski Mevlevî neş’esi ile yaşayan, kalbinde Mevlânâ aşkı taşıyan, belleğinde imkansız da olsa bir diş ümit besleyen her evde Sultan Reşad bekleniyordu.Â
Bahariye Mevlevîhânesi son şeyhi Hüseyin Fahreddin Dede’nin torunu, ailenin göz bebeği Bahariyeli’lerin sevgili Destine Hala’sı uzun yıllar önce Nışantaşı’ndaki evinde bana bir hikaye anlatmıştı, Sultan Reşad'a ilgili: Sultan Reşad11 haziran 1911 tarihinde Selaniğe gitmişti. Åehirde karşılayıcılar yollara dökülmüş, her yere bayraklar asılmış, meydanlara, ana caddelere taklar kurulmuştu. Mızıkalar çalıyor**, toplar** atılıyor, Selanik önemli bir gün yaşıyordu. Sultan Reşad alışılmış ziyaretin hemen sonrasında ikindi vakti Selanik Mevlevîhânesi’ne gitti.
Pek büyük bir gurur ve sevinçle karşılandı. Başta Postnişin olmak üzere tüm dervişler ve muhibban-ı Mevlevîyye Padişahı karşılamak üzere dizildiler. O gün orada Sultanın şerefine bir âyin düzenlediler. Mukabelenin bitiminde Sultan “Åeyh Osman Efendi’nin mukabelesi gibi rûhâniyetli, neş’eli bir mukabele oldu…” dedi. Osmanlı Devletinde altı asırlık  Mevlevî âyini o zaman Devlet protokolüne dahildi.       Â
**Sultan Reşad İstanbul’**a deniz yoluyla döndü. Bu defa limanda düzenlenen karşılama töreni pek parlak oldu. Yine her yere bayraklar asılmış taklar kurulmuştu. Rıhtımda toplanan karşılayıcıların “Padişahım çok yaşa…” sesleri bando-mızıkaya karışıyordu. İstanbul Limanı arkalarında koca koca bayraklarla donatılmış küçüklü büyüklü teknelerle dolmuştu. Kalabalıktan denizin yüzeyi görünmüyordu.
O esnada bayraklı, flamalı, saltanat armalı, teknelerin arasında, geniş bir mavna görüldü. Bir çeşit sal’a benziyordu. Ãzerinde neyzen, kudümzen ve semazenler vardı. Deniz üstünde neyzen ney üflüyor, kudümzen kudüm vuruyor, semazen sema dönüyordu…
O sırada gemide, Padişah’ın yanında bulunan ve bu olayı daha sonra anlatanlar, Sultan Reşad’ın bunu görünce yanındakilere dönerek “Ãirkin…Ãirkin…” dediğini naklettiler.
Derviş ruhlu Mevlevî Padişah, bir sal üzerinde Mevlevi mukabelesi yapılmasına gönlü razı olmamış, bu yolda gösterilen hafifliği sinesine sindirememişti. Aşırı taşkınlıkla kutlanan bir karşılama sırasında, Devlet protokoluna dahil olan Mevlevî âyinine yer yoktu. Âyin tekkede, türbe önünde, makam postu üzerinde dikilen şeyh huzurunda ve huşu işinde yapılırdı. Denizde, sal üstünde âyin yapmak acaba kimin aklına gelmişti ?
Olay Mevlevîler arasında duyuldu. Müsebbibleri arandı… Bulundu mu ? bilinmez. Sultan Reşad’ın hassasiyeti ve tepkisi dilden dile dolaştı. Herkes bu olaydan kendi irfanınca bir sonuç çıkardı. 1911’in İstanbul’unda henüz “magazin basını” türememişti. İşler ciddiyetini koruyordu. Halk Padişahına hak verdi. Denizde sema çıkaran Mevlevîleri ayıpladılar.
Aradan bunca zaman geçtikten sonra bu hikayeyi anlatan Destine Hala da denizden çıkan “sazenleri” ayıplamıştı.
Ne yazık ki bu gün artık buralarda böyle şeyleri ayıplayacak babacan kimseler kalmadı.  ( İstanbul'un beş kardeşi adıyla hazırladığımız bir kitaptan)
                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                  Â