Â
Vaktiyle Mevlevî tekkelerini kapatan Devletin zirvesi “Ne olursan ol gel…” deyince hepsi birden Mevlânâ’ya koşmuşlar… Tören mangası olup sıra sıra gösteri salonunda yerlerini almışlar. Ne olduklarını kendileri biliyor, ama yine de kısa yoldan bir kere daha öğrenmeye Hz. Pir’e sığınmışlar.
Mevlânâ sağlığında bunlara yüz vermemişti. O sırada yıkılmakta olan **Anadolu Selçuk Devleti’**nin son baş veziri Muiniddin Pervâne’nin yüzüne bakmamıştı. Vezir Pervâne ağlaya sızlaya Pir kapısına geldiğinde Mevlânâ medresenin başka tarafına geçmişti.
Uhrevî saltanatın yüce sultanlarının  Dünya saltanatının cüce umerâsı ile ne işleri var ?
Mevlânâ Muiniddin Pervane’yi gördüğü zaman neden başını çeviriyordu ? Bana kalırsa  Devletin kuruluşunda en büyük çileyi çeken “Türkmenleri” darılttığı için… Aynı şimdiki Devletin bir “laik” lafı tutturarak Müslümanları darıltması gibi…
Ben küçükken rahmetli babam bana bir şiir ezberletmişti. Doktor babamın sınıf arkadaşları eve geldiğinde beni masanın üzerine çıkarır o şiiri okuttururdu. “Gülhâne” ânın eski öğrencileri hep gülüşür, eğlenirlerdi… Åiirin çok az bir bölümü  aklımda kalmış :
 “Ne Budha’lar Brahma'lar,   Ne Muhammed ne de İsa.   **Bize el uzatmadılar…”**Â
Sanırım bu şiir o devrin gözde şairi İsmail Hakkı Baltacıoğlu’nundur. Türk İstiklal savaşında hiçbir yerden yardım almadığımızı ve yalnız kaldığımızı şair hayalleri ile anlatıyordu. Aradan uzun yıllar geçti, sonra bir başka gözde şair Behçet Kemal Ãağlar, 50’lı yılların sonunda Harbiye’deki **İstanbul Radyosu’**nun üst katındaki odasında, bana “Muhammedin ne azgın olduğunu ben bilirim…” demişti. Eve gelip ağlamıştım…
Bu günlerde artık peygamber düşmanı şairler aramızda yaşamıyor… Varsa da ben duymadım. Ama yüreğim küçüklükten yanıktır. Bu devletin bir büyüğü ile aynı sokaktan yürüyüp Mevlânâ’yı ziyarete gitmem ben... Başka yerden giderim. Devletime saygım sonsuz… Åarkın en kabadayı ulemasından İmamı Gazali’nin değimi ile “Devletsiz ve kanunsuz kalan insan topluluklarının daimi çatışmalarla birbirlerini yok ettiklerini” de bilirim. Lâkin muhteremlerin Mevlevî tekkelerini kapatıp yerine Opera açmalarını anlamaya asla gücüm yetmiyor.
Sırada “gel gel…” şiirinin üzerindeki kuşku var… Efendiler, bu şiir Mevlânâ’nın olamaz… Zaten büyük araştırmacı rahmetli Abdülbaki Gölpınarlı, o şiirin Mevlânâ’ya değil, Yusuf KâşÃ¢nî isimli bir başkasına ait olduğunu söylerdi… Ben ise kesin inanıyorum ki bu sözler Mevlânâ’nın ruhuna aykırıdır. Ãncelikle din terbiyesine ve etiğine aykırıdır. “ Tövbesini bin kere bozan adam” hangi dinin malı olabilir ki ? Diyelim ki öyle olsun… Adam bir kerre daha tevbe etti, Pir’in Dergâhına sığındı. Lâkin son tevbe’nin de bozulmayacağını kim garanti ediyor…?  Â
Ayrıca Mevlânâ’ya yakıştırılan bu şiirin bir satırında “ Dergehi ma dergehi nevmidi nist” cümlesi var. Bu cümle “Benim dergahım ümitsizlik dergâhı değildir” anlamını taşıyor. “ Bu ne demektir ? Bunun “mefhum u muhalifinden” diğer dergahlar “ümitsizlik” dergahıdır, anlamı çıkıyor. Buna Fahri Kâinat efendimizin dergahı da dahil mi ? Hadi canım sende…
Pir olan âdem böyle şey söyler mi ? Bu lafları kim uydurmuşsa bu çağın insanı için uydurmuş… Zamanın devâsız  dertlerine  reçete yazmış. Bir kağıda kaydedip yarım bardak suya atıp içmeli, iyi gelir… Ruha ferahlık verir.
Sen “Ne olursan ol, ne istersen onu ol…” Beni bırak, yeter ki beni kendine uydurma.