Fransız radyo televizyonunun büyük oditoryomu o gün kapılara kadar doluydu**. Paris’te** bir haftadır yollarda, metro istasyonlarında, görülecek yerlerde asılı devâsâ bir afiş, önemli bir konserin verileceğini duyuruyordu. Afiş’in orta yerinde büyük harflerle “Turquie” Türkiye yazıyordu. İkinci başlık ise “ Musique Soufi” Sufi Müziği.
İki isim vardı afiş’in üzerinde: Nezih Uzel-Kutsi Erguner. Tarih 23 Eylül 1978. saat 20.30. Fiatlar büyüklere 21 frank, öğrencilere 10 frank. O yıllarda Ãro yoktu. Yıllar sonra çıkacaktı.
Bizim o sırada neyzen Kutsi Erguner’le Avrupa’da konserler düzenlemeye başladığımızın, sanırım dördüncü yılıydı. Kutsi Paris’te mimarlık okuyordu, ben çeşitli nedenlerle sık sık gidip geliyordum. Bir çevre edinmiştik. Bu çevrenin bir ayağı Konya’da, bir ayağı İstanbul’da, diğer ayağı Paris’teydi. Aslında şöhretin sahibi biz değildik. Bin yıllık Anadolu tasavvufu o çağda Batı’da yankılanmaya başlamıştı. Åiir ve müzikle anlatılan bir dinî inanç, o zaman materyalizmin doruğunda yaşayan batı toplumunun ilgisini çekiyordu. Ayrıca 60’lı yılların başında süpersonik uçaklarla açılan yeni yollar, insanları ve ülkeleri daha rahat biçimde bir araya getiriyordu. Dünya değişmedeydi.
Neyzen Kutsi Erguner’le Paris’e taşıdığımız müzik eskiden Türkiye’de yasaktı. Nitekim Kutsi’nın babası ve benim de müzik hocam olan değerli insan Ulvi Erguner 60’lı yılların ortasında TRT İstanbul Radyosu Türk San’at Müziği şubesi başkanı olduğunda “İlâhi” programı yaptığı için müfettiş tahkikatına uğramıştı.
Bir gün Kutsi ile Paris’te “emekli askerler derneği” diye bir dernekte konser veriyorduk. Salonda dünyanın her yerinde savaşlara katılmış, gün görmüş yaşlı askerler, sömürge yönetimi memurları, uzak ülkelerde dolaşmış pek çok insan vardı. Konserden sonra bir kişi yanıma yaklaşarak şunları söyledi :
“Ben gençliğimde Vietnam’da kauçuk tarlalarında çalıştım. Kauçuk çok nâzik bir bitkidir, kökleri yerin altında metrelerce uzanır, sonra bir yerden toprağın üzerine çıkar, ortamı beğenmezse yeniden yer altına girer ve daha uzaklardan çıkar…”  Adam bunları söyledikten sonra yürüdü gitti. O telaş arasında ne demek istediğini ve bu kauçuk hikayesini neden anlattığını pek anlayamamıştım. Sonra düşündüm ortaya dehşetli bir görüntü çıktı. Adam diyordu ki: “Siz yer altından yürüyen kökler gibisiniz, şimdi burayı beğendiniz, buradan çıktınız. Yine gelin sizi burada her yerden daha iyi ağırlayacağız…”  Â
Fransız Radyo Televizyonunun büyük salonunda o gün bin beşyüz kişi vardı. Resmi olmayan bir toplantı olmasına rağmen Türkiye büyük elçiliği mensupları da oradaydı. Ãalgı iki buçuk saat aralıksız sürdü. Ben ezberden ilâhileri okudukça Kutsi hiç sektirmeden refakat ediyordu. Aslında uzun zamandan beri birlikte geliştirdiğimiz Batı'nın "trubadur" örneği bir tarz "müzikli-şiir" terennüm ediyorduk. Salon sessiz dinliyordu. Dil ve kültür farklarını mesafelerce aşmış, bir başka boyuta varmış, insanlarla bir başka yerlerde buluşmuştuk. Â
Konserin ertesi günü başka bir konu dolayısı ile Unesco’ya gitmiştim. Kabul salonunda rahmetli Erdal İnönü ile karşılaştım. Akşam konserdeymiş. Aramızda şöyle bir konuşma geçti:
- İlâhilerinizi Wagner operaları gibi dinledim. Bende aynı izlenimi uyandırdı.
- Teşekkürler sayın İnönü, inşallah bir gün Fransız dostlarımız da Wagner operalarını dinlerken bizim ilâhileri hatırlarlar.
Erdal İnönü'yü kaybettik. Yaradan rahmet etsin. Tarihimizin “İnönüler” defteri de böylece kapandı. Birinci değil ama İkinci İnönü’ye “ilâhileri” dinletebildiğim için mutluyum… Burada değil ama orada… Olsun. Türkiye’nin bir gün gelişecek olan laikleri ile burada da buluşabiliriz. Bin yıllık **“Anadolu tasavvufu”**nun insanoğluna bahşettiği “**ilâhîler”**i onlara da dinletebiliriz. Hele üzerlerimizdeki siyaset tozu silinsin. İnat kabuğu kırılsın, dayatmacılık belâsı kalksın  O zaman bakın ne “muhterem” insanlar olacağız. Allahüâlem.