Mevlânâ demek istiyor ki : "uzun lafın kısası, beni anlamak istiyorsan, ismim geçtiği zaman kalbin titrerse anlamışsın..." demektir. Aynı yönde bir sözü daha var: "Ben ol da bil..." Yâni efendim, kalbin titrerse yaşadın... Kalbin titredi mi, Mevlânâ'yı da bildin, kendini de Rabbini de... İşte bu. Tasavvufun da özü bu, dinin de imanın da herşeyin özü bu...
Günlerdir televizyonlarda, gazetelerde Mevlânâ türküleri söyleyenlerin insan kalplerine akıtamadıkları sır işte bu...
Uzun uzun konuşuyorlar... Demeçler verip ahkâm kesiyorlar... Herkes kendi dar penceresinden uzaklara bakıp ufukta Mevlânâ arıyor... Halbuki hazret yanı başında, bir bakışlık yerde duruyor, bir kulaklık mesafeden ses veriyor... Görmüyorlar, duymuyorlar... Habire kendi plaklarını çalıyorlar. Biri "medeniyetler çatışması" dedi. Hazreti kendi partisine yazdı. Yarın akşam "Newyork'a gideceğim..." dedi. Öbürü Nazım Hikmet Mevleviydi dedi... Hepsi birşeyler dedi.
Bütün anlattıkları "hoşgörü" hikayesi... Yani egemenler diyorlar ki: "barış iyidir, Pakta Romana gibi Pakta Amerikana, sakın savaştan yana olmayın, yerinizden kımıldamayın, savaşa baş vurmayın savaş kötüdür, bak Mevlânâ ne diyor,uslu durun haaa... Sizi soysalar da, çoluğunuzu çocuğunuzu kurşunlasalar da, eviniziin üzerine napalm bombası atıp kaçanları fosforla yaksalar da ses çıkarmayın... İslamda terör yoktur..."
Sıcak bir yaz günü Mevlânâ hazretleri yakınlarıyla Konya sokaklarından geçerken, birbiri üzerine yatarak uyuyan köpekleri görmüşler. Biri demiş ki : "Sultanım bu köpekler ne güzel barış içinde birbirlerine sarılmış yatıyorlar...insanlar da böyle olsa ya..." Hazret duraklamış, geri dönmüş, o sözü söyleyenin gözlerinin içine bakarak : "Sen onların önüne bir kemik at da bak bakalım yine barış içinde uyuyacaklar mı ? "
Mevlânâ Celaleddin Rumî, gibi zamanların, mekanların üstüne çıkmış muhteşem bir insan portresine, tartışılmamış ütopik Batı ortaçağ hümanizması penceresinden bakan şimdiki kalabalık, bu hikayeden hiçbir ders alacak yapıya sahip bulunmuyor... Ayrıca sınıfsal çıkarları da böyle bir görüşe yer vermiyor... Soruyorum: Mevlânâ bulutlar üstünde uçar, ayakları yere basmaz koyun gözlü , saf çehreli, ebleh suratlı bir Çin düşünürü mü ? yoksa yağlı saçlı, esrarengiz bakışlı, anlaşılmaz tavırlı bir Hint gurusu mu ?
Dahası var, bakınız hazret ne diyor: "Bu dünyanın iki çeşit insanı var : Biri hamama girer keyiflenir, diğeri külhanda hamamın ateşini yakar, kirlenir. Küllenir, yara bere içinde kalır. Hamamda huzur içinde varlık sürenler eğriyi doğruyu bilen ehli dil Hakk aşıklarıdır; ateşi yakanlar da dünya malına boğulmuş, servetleriyle öğünen agniya takımıdır. Bunların servetleri tezektir... Her gün o tezekleri getirip külhana atarlar,birbirleri ile yarış edip ben daha çok tezek getirdim, sen az getirdi****n diyerek döğüşürler. Onlar döğüşürken erdemli insanlar içerde ısınırlar..."
Yâni Monla-i Rum diyor ki: "sizin o binmeye doyamadığınız Mercedes'leriniz, trilyonluk "Porşe" leriniz, Boğazın sırtlarındaki hayran olduğunuz kara paralı, karanlık villalarınız, hep tezekten ibarettir. Erdemli insanlar dünyasının yakacağıdır onlar...
Böyle bir anlatımdan haberi olabilir mi ? Mevlânâ'ya kendi sınıfsal gözlüğüyle bakanların. Çaresiz yine siyasete giriyor kalem... Değerli dostlar, Zamanın dışına çıkılmıyor ki...
Şebi Arus kutlu olsun...Tüm Mevlânâ dostlarının yürekleri nurla dolsun Şu dünyanın terslikleri tez vakitte son bulsun... Pirim, efendim, elli yıldır kapısında oturduğum sultanımın yüzü suyu hörmetine, Hakk cellecelâlühû şu karanlık günleri aydınlığa kavuştursun. Dostlar ! Dua edelim.