Nezih Uzel ile sohbet

Nezih Uzel'in Sapanca'daki evinde 2009 yılında yapılmış sohbette çekilmiş görüntüler'de Uzel aşağıdaki konulardan bahsediyor:

07:00 - Hakikat Hanım 08:42 - Refik Halit Karay ve Kadınlar Tekkesi 17:25 - 1956 Ramazan ayında 4 bakanın Sakal-ı Şerif ziyareti 20:45 - Mevlevi Leylek Dede - Hakikat Hanım'ın hat çalışmaları 25:12 - Refik Halit Karay ile tanışması 28:00 - Hürriyet'in müthiş manşeti

Sahneye nasıl çıktım?

26 Ekim 2008 tarihinde Sapanca’daki evinde sohbet arasında yapılmış bir çekimdir.

Ses nedir?

26 Ekim 2008 tarihinde Sapanca'daki evinde sohbet arasında yapılmış bir çekimdir.

Nezih Uzel Hakk'ın rahmetine kavuştu

Ağabeyimiz, Hocamız, Ali Nezih Uzel Hakk'ın rahmetine kavuşmuştur. Cenazesi 3 Mayıs 2012 Perşembe günü Üsküdar Bağlarbaşı / Kuruçeşme (Selami Ali) Camii'nde kılınacak öğle namazını müteakip Karacaahmet mezarlığında toprağa verilecektir. Allah'tan rahmet dileriz.

Sonra ne oldu ?

indir.jpg

Binlerce el uzanır karanlıklarda Yüzlerce yere doğru Binlerce dil sorgular yaşamın en gizli sırlarını neden,neden insan öldürür bir başka insanı

evrende hangi varlık hemcinsine böylesine düşmandır hangi varlık hemcinsine böylesine kindardır

ölüm anı geldiğinde can sona erdiğinde zamanlar bittiğinde şükür ki yeni bir hayat başlar

yeryüzü insansız kalır mı kaatiller buna inanır mı ruhunda canavarlık varsa sende melek barınır mı

ilk hedef sensin iblis seni nasıl yensin ruhuna iblislik bulaşmadan dağları aşıp göllere ulaşmadan

billur gibi bir hayatın içine doğdun kötülüğü,azgınlığı içinden kovdun sonra ne oldu, neden yoruldun her türlü melanete tez elden soyundun

gönlümün budur ancak emeli görmeli, bilmeli sevmeli SARI ŞEYH bu diyarın Özü aslı temeli

aklı târumâr âşık

akil.jpg

Benem ol mihnet ü derd ile yâr olan âşık Benem ol fürkat-i hicr ile zâr olan âşık Benem ol akl gibi târumâr olan âşık Benem ol aşk gibi bÎ karâr olan âşık Figân u âhum ile yaşum olmadı teskin. Diriga cânuma geçdi firak-ı yâr-ı Güzin Hz. Sultan Divane Mehmet Semai Çelebi

Divane Mehmet Çelebi 14.yy.

Çanakkale imha savaşı

hiram.jpg  (Arşiv'den)

Bu savaşın üzerinden 90 yıl geçti. Bu gün dahi savaş alanlarına gidip “dedelerinin nasıl savaştığını” merak edenlere devamlı anlatılan bir hikaye vardır. “Havada çarpışarak eriyen makinelı tüfek mermileri…” Savaş alanına yayılmış, bunlardan yüzlercesi, hâlâ topraktan çıkmakta, ziyaretçilerin yüreğini kabartmaktadır. Ancak karşılıklı kullanılan milyonla merminin nasıl olup da havada buluşacak kadar sık ateşlendiği kimsenin dikkatini çekmez.

Bu harika savaş makinesinin hangi zekâların ürünü olduğu pek sorgulanmaz.Makinelı tüfek çağının en önde gelen savaşıdır. Çanakkale savaşı. Kara ve deniz muharebeleri olarak anılan bu savaşta, Amerikan yahudisi Hıram Maxim'in’ın icat ettiği ve adını "fare kapanı” koyduğu makinalı tüfeği en etkili biçimde kullanan taraflar, bu silahı efsaneleştirmek için olağanüstü çaba harcamışlardır. Makinelı tüfek bu savaşta ve bundan sonraki cephe ve şehir savaşlarında adetâ Davud’un Câlût’u yere seren topuzu, Hektor’u yok eden Truvalı Aşil’in kalkanıydı.

Çanakkale savaşında kullanılan ve o çağın en ileri teknolojisi ile üretilen silahlar,  bu savaşın bir “silah fuarı” şekline döndüğünü gösteriyor. Sergi standına çevrilen siperlerde silahlar, müşteriye uygulamalı tanıtılıyor, ne işe yaradığı anlatılıyor ve nasıl insan öldürdüğü, dakikada kaç can aldığı, tetiği çekene nasıl bir güç sağladığı izah ediliyor. Bütün bunların yanında savaş, kahramanlık, şehadet, esaret sanki kan sofrasının vazgeçilmez garnitürü…

mitrailleuse12.jpgOrdulara olağanüstü güç sağlayan makinelı tüfeğin kullanımı ile dünyadaki savaşların artık bir “soykırım” savaşına dönüştüğü görülmektedir. 1881 Paris fuarında bir İngiliz, Hıram Maxim’e “Öyle bir şey icat et ki, Avrupalılar birbirini daha kolay boğabilsin”  demişti. Bu sözün ardından sadece 34 yıl geçti.  Hıram vahşi tavsiyeyi yerine getirdi. Bu silahla artık insanlar  "rahat rahat birbirlerini boğabilirlerdi"

Çanakkale savaşının gözlerden uzak düşmüş bir başka özelliği birbirinden binlerce kilometre ötelerde yaşayan halkların buluşarak savaşa tutuşmalarıdır. Dünyanın bir ucundaki İngiltere diğer ucundaki sömürgelerinden asker toplayarak getirmiş, yolun yarısında bir başka ulusun üzerine göndermiştir. Bunu hangi güçle başarmıştır ? Nasıl bir temel devlet idealidir ki, Londra sömürgeleştirilmiş, soyulmuş, son noktasına kadar siyasal erkten uzaklaştırılmış insan topluluklarını böylesine vahşî bir sevkiyata ve soykırıma ikna edebilmiştir.

kitchener.jpg1900’lerin başında bir Avusturalyalı’nın, veya Borneo’lunun yahut bir Anzak’ın Çanakkale boğazında ne işi vardı ? Bu soru Çanakkale savaşlarının 90. yıldönümünde Avustralya ve Yeni Zelanda başbakanları tarafından törenlere katılan İngiltere prensi Charles’e sorulmuştu.

Çanakkale savaşlarında tarafların kayıpları yaklaşık olarak  şöyledir: Türkler : 251.309 İngilizler : 205.000 Fransızlar : 47.000.  Savaş, denizde ve karada 8.5 ay sürmüştü. Şair Mehmet Akif Ersoy’un “tüm insanoğlu” anlamında “akvam-ı beşer” dediği insan toplulukları bu 8,5 ay zarfında birbirlerini boğazlamışlar, yarım milyon insan, kendilerini yöneten birkaç politik planlamacının eseri olan ve önlenemeyeceği varsayılan bir savaşta, canlarını kaybetmişlerdi. Elbette ölenler şehit, kalanlar gaziydi ama bu savaşa neden olanların ve çıkarları bunu önlemeye uygun düşmeyenlerin  hiç de böyle bir şeref kazanmaya hakları olmadığını düşünüyorum. Tarih sadece “dürüstlere” şeref madalyası verir.

Çanakkale savaşı her  iki taraf için de bir “imha” savaşıydı. O zamana kadar savaşlarda birbirlerinin siyasal gücünü dize getirerek yasal isteklerini, karşı taraftan silah zoruyla elde etmeye çalışan uluslar, eski çağların düello yapan şovalyeleri gibi kahramanca savaşırlardı. Çanakkale savaşı ve sonrası ise ulusların birbirlerini “imha” etme savaşlarıdır. Bu olayın savaş tarihi verilerinden hareketle “toplum bilim” açısından yeniden   incelenmesi gerekir.

Bugüne kadar bu incelemeler yapılmamış, sadece kahramanlık destanlarıyla avunulmuş, 90 yıldır yeni bir görüş üretilmemiştir. Savaşın gözlerden uzak kalmış herhangi bir yönü ele alınmamıştır. Herkes birbirinin söyledİğini yazmış ve tekrarlamış bir asır böyle geçmiştir.. Türkler bu savaşı kazanmışlar, ne yazık ki, hemen arkasından gelen politik savaşı kaybetmişlerdi. Zira Çanakkale Boğazı’ndan geçemeyen Müttefik Donanması iki yıl sonra elli altı parça gemiyle İstanbul limanına demir atmıştır.

averof.pngMüttefik donanmasını İstanbul’a getiren Mondros mütarekesinin imzalandığı sırada Rauf Orbay donanma kumandanı Amiral Caltrop’a gelecek gemilerin arasında “Yunan gemisi bulunmaması için” rıcada bulunmuştu. Caltrope bunu kabul etmekle birlikte Averof zırhlısını son dakikada işgalci donanmaya dahil etti, gemiye gözlerden uzak bir yerde demirlemesi için talimat verdiğini söylüyordu. Averof varsayılan bu talimatı dinlemedi. Dolmabahçe Sarayı’ nın önüne demir attı. Bu da yetmedi, Caltrope, Averof’ta bir resepsiyon verdi ve yenik Türkiye’nin başı yerde generalleri, devlet adamları, halk temsilcileri bu davete icabet ettiler. Savaş sonrasında muzaffer İngilizler, Türklere açıkça hakaret ediyorlardı.

Müttefik donanması ile birlikte 13 kasım 1918 günü İstanbul’a 3500 asker çıkarıldı. Bunlara daimi kalmaları için yer bulundu. Askerler şehre dağıldılar. İstanbul’un silahlı işgali ve 15 mart 1920  Letafet Apartımanı faciası bundan bir yıl, sekiz ay sonradır. İngilizlerle birlikte İstanbul’a İtalyanlar ve  Fransızlar da gelmişti.

Fiili işgalden önceki iki yıla yakın zamanda Osmanlı İmparatorluğunun 450 yıllık başkenti İstanbul  o yıllara kadar hiç bir zaman yabancı bir devletin işgaline uğramamıştı, şehir hiçbir zaman şerefsiz bir saldırı yaşamamıştı. İşgalden yüz yıl önce, yelken döneminde, Sultan III. Selim zamanı, birkaç İngiliz savaş kadırgası Çanakkale boğazını geçerek Marmara’ya girmiş ve bir sabah aniden Topkapı Sarayı’nın önünde görülmüştü ancak bu askerî olay, bir işgale dönüşmeden diplomatik yollarla halledilmişti, İngilizler 400 yıl hiç bir yabancı bandranın dalgalanmadığı bu suları  bir günde terk ederek gitmişlerdi.

Yüzyılın başında İstanbul’un uğradığı gerçek işgal, bu şehrin tarihinde derin izler bırakmıştır. Bu işgal sadece askerî değil aynı zamanda sosyal bir hareket, şimdilerde moda olan değimle bir medeniyetler çatışmasıydı. Belki “medeniyetler karşılaşması” daha uygun düşecektir. Bu şehrin yakın tarihinde tartışmalı adıyla kendini gösteren İngiliz subayı Yüzbaşı John Godolphin Bennet, bu olayın mahsulüdür. Bennet makinelı tüfekle süslenen ve dağılmakta olan İngiliz Milletler topluluğunu, bu icat yüzünden olağanüstü başarıları ile yeniden hayata döndüren, İngiltere Kraliyet ordusunun başarılı bir neferiydi. O da geri kalanları küçümsüyordu. Hiç kuşkusuz o da tüm meslektaşları ve onların arkasında duran politikacıları, giderek tüm İngiliz kamu oyu gibi “üstün ırk” iddiasındaydı.

Osmanlı başkentini fiilen işgal edenler, yeryüzünde işte o üstün ırk iddiasında olanlardır. Bunlar kendi uygarlıklarının karşısına dikilen diğer uygarlıkları, insan topluluklarını ve farklı yaşam biçimlerini, arzın sathından silebildikleri ölçüde yasallık ve devamlılık kazanacaklarına inanmışlardı. Bu inançlarını daha sonra denemeye devam edecekler ve bu düşünce ve davranışlarını ekonomik ve endüstriyel çıkarların çok ötesine taşıyarak yeryüzü çapında bir sosyal reform düzeyine ulaştıracaklardı. Başarılı oldular. Bugün ulaştıkları nokta budur.

Korkulu eyleyen Günah

islam_alimleri1.jpg

"Ey kulum! Seni korkusuz eyleyen taatinden çok seni korkulu eyleyen günahını severim." Hadisi şerif: Yahya bin Muaz 'dan (9.yy.)

,

Söz Silahtan İleridir.

usame.jpg

(Arşiv’den)

Suudî Arabistan Dış İşleri Bakanı prens Suud el- Faysal’a göre “Suudî toprağında bulunan Amerikan üslerinden hareketle Irak’a yapılacak her türlü saldırı, bu üslerin savunmaya yönelik niteliğini bozmamak için uluslar arası toplumun onayından geçmelidir” Kuveyt KUNA Ajansına açıklama yapan Bakan, Irak’ın BM denetçilerine kapıları açmış olmasına rağmen bölgede savaş tehdidinin henüz sona ermediğini söyledi.

Washington’a tek başına hareket etmemesi yolunda  tavsiyede bulunan Suud el-Faysal, konunun Birleşmiş Milletlerde görüşülmesini istedi. Bakan “Suudî toprağında bulunan Amerikan üsleri “saldırı” değil “savunma” için verilmişti.Üslerin amaçları dışında kullanılmasına razı değiliz” dedi. Riyad’ın güneyinde yer alan Prens Sultan Amerikan Hava üssünde 5000 Amerikan askeri bulunuyor. Vahhabî Krallığı, 1991’deki Körfez savaşı sırasında, bu üsleri Amerikalılara, olası bir Irak saldırısına karşı krallığını koruması için vermişti.

O tarihten bu yana Riyad, bu üsleri Bağdada karşı kullanmayı birkaç defa Birleşik Amerikaya yasak etti ve Afganistan savaşı sırasına dahi sınırlı kullanım izni getirdi. Üslerdeki belirsiz ortam dolayısıyle Pentagon şu sırada Suudîlere güvenmeyerek Körfez Emirliklerinde yer alan diğer üslerini kullanma hazırlığı yapıyor...Böylece 11 eylül saldırısını gerçekleştiren 19 teröristin tümünün Suudî Arabistan kökenli oluşundan doğan Suudî-Amerikan soğuklaşmasına bir de “üslerin kullanımı” kriz eklenmiş oluyor...

Kutsal Suudî Arabistan toprağında şu veya bu sebeple Amerikan askeri bulundurulmasına daha önce Usame bin Ladin karşı çıkmıştı. Usame’ nin iki şartı vardı : Biri Yankee’nin evine dönmesi, diğeri Filistinlilere devlet hakkı tanınması... Şu sırada Suudî-Vahhabî devletinin istekleri de az çok aynı doğrultudadır. Ancak yöntem farkı var...Suudi “diplomasi” kullanıyor. Usame “terör...” bu yöntem farkı yüzünden enternasyonal bir felaket doğmuş durumda...Usame’nin özel savaş biçimi olan  “terör” yöntemi, Suudî’lerin “diplomatik” yöntemlerini sollayarak inanılmaz bir küresel krize  yola açtı... Halen bu krizin tam göbeğinde bulunuyoruz...

“Diplomasi” nin bittiği yerde “terör” onun biteceği yerde de artık ne başlar ? şimdiden bilinmiyor... Herhalde gizli grup terörü yerine açık devlet terörü...Vur kaç yerine vur bekle...Şimdi Amerikalıların başlattığı gibi...Sonrası da herhalde yeryüzünün parçalara ayrılarak her bir parçanın uzayda ayrı istikamete yol alması...Bir zamanlar Yahudi stratejist Herman Khan’ın “üzerime gelirsen yeryüzünü  patlatırım” sloganıyla kürenin ortasına inecek ve dünyayı infilak ettirecek bir proje üretmişti...ABD ile eski SSCB arasında yıllarca süren akıl almaz füze inatlaşmasında son noktayı oluşturan bu çılgın proje "yeter artık" diyenler yüzünden rafa kalktı da kurtulduk.

Aslında sözü bitirmemeli...Söz biterse felaketin başlayacağını son olaylarda bir kere daha öğrendik...Eğer Vahhabî-Suudî Arabistan,Usame’nin yaramazlığı yüzünden kesilen “söz”ü  bittiği yerden yeniden yakalayıp ileri götürebilirse İslama ve İnsanoğluna sınırsız hizmet edecektir...Yeryüzünde demokrasilerin geliştiği çağlardan beri “söz” e çok iş düşüyor... “Silah” uzun asırlar denendi...Sonra “silah ve söz” icat oldu...Şimdi sadece “söz” geçerli...Artık “ Söz silahtan ileridir...”

Bir Latin Amerika teröristi “Başınıza bir tabanca dayandığında lafı uzatabildiğiniz kadar uzatın...” demişti. Sözün sadece anlaşmaya değil, kızgın pratikte silahtan kurtulmaya da yaradığını anlatmak istiyordu... Ayrıca ben “söz”ün silahtan daha da keskin olduğuna inananlardanım...Akıllı adamlar kurşun yerine “sözle” döğüşürler...Yerine ulaşacak bir sözün delmeyeceği zırh yoktur. Üstelik çağımız bir TV,Media ve İnternet  çağı olduğuna göre “söz” daha da ulaşılmaz bir güç kazanıyor... Kimin anlatacak derdi varsa “söz”e baş vursun...Kimin “söz”ü akıllı ve uygunsa onun dediği olsun...

Dünyada kaleşnikof gibi “söz”ler dolaşsın..eli kan, kılıcı kan, sinesi üryan rambo’lar yerine “söz” ramboları ekranları doldursun... Usame “Yankee Go Home” derken ateşli sopalı Antrax’lı, serin gazlı bir yola girmeyip adam gibi konuşsaydı belki şimdi Suud el-Faysal’ın yerinde o olurdu. Cahil arap “Söze kan karıştırdı...” Büyük fırsat kaçırdı...Ama 0, 5000 asker de bir sözle geri gider miydi  ? bilmem...Allahüalem. (Arşiv’den)

Filozoflar ve kanunlar

filozof.jpg

Filozofların sözleri kanunlardan üstündür Bizanslı düşünür Psellos